Yaklaşık 2000 bataklık cesedinin şaşırtıcı derecede iyi korunmuş halleri, onların yaşam hikayelerine dair çeşitli teorileri alevlendirmişti. Şimdiyse teknoloji, bu bireylerin aslında nasıl öldüklerine dair gerçekleri aydınlatıyor.

Bataklıklar, Kuzey Avrupa’da bulunan karanlık ve gizemli yerler. Ne tamamen sıvı ne de katı olan yumuşak, süngerimsi bir alan yaratarak kuru toprak ile su kütlesinin kesiştiği yerde oluşan bataklıklar, adeta iki dünya arasında bir boşluk gibi. Bu belli belirsiz niteliği, kuzey Avrupa’nın ilk halklarının, bataklıkları doğaüstü olaylarla ilişkilendirmesine yol açmış olabilir. Belki de onlar için tanrıların ve huzursuz ruhların yaşadığı diğer dünyalara açılan kapılardı. Son zamanlarda turba bataklıkları, değerli doğal kaynaklar olarak görülse de derinliklerinden çıkan binlerce insan bedeni sayesinde mistik niteliklerini koruyorlar.

Çağlar boyunca

Erciş'in neyi meşhur? Erciş'in neyi meşhur?
Kuzey Avrupa’daki turbalıklarda bugüne dek yaklaşık 2000 doğal mumyalanmış kalıntı ve iskelet bulundu. Bu kalıntıların çoğu MÖ 400 ila MS 400 yılları arasında ölen bireylere aitti, ancak bilinen en eski bataklık cesedi, MÖ 8000 civarında ölen ve Danimarka’da bulunan 25 yaşındaki Koelbjerg Adamı. Görsel: Avrupa’nın turbalık haritası. (C: Katie Armstrong)

Avrupa’da ortaya çıkarılan bu bataklık cesetleri, ilk kez 1640 yılında Almanya’nın Holstein kentinde belgelendiğinden beri insanları büyülemeye devam ediyor. O zamandan bu yana İrlanda, Birleşik Krallık, Almanya, Hollanda, Polonya, İskandinavya ve Baltık ülkelerinin sulak alanlarında yaklaşık 2000 ceset daha ortaya çıkarıldı. Ocak 2023’te Antiquity dergisinde yayınlanan çığır açıcı bir çalışma, bu rakamın ihtiyatlı olduğunu ve gerçek sayının çok daha yüksek olabileceğini ileri sürüyor.

Bataklık cesetleri uzak atalardan kalma geçmişle somut bir bağlantı sağlarken aynı zamanda çoğu insanın zorlu günlük yaşamlarının acımasız bir hatırlatıcısı olarak da hizmet ediyor. İster Tollund Adamı’nın huzurlu yüzü ister Bocksen Adamı’nın kıvırcık saçları olsun, bu kalıntılara bakınca insan, onların yaşamlarını hayal etmeden ve ölüm nedenleri üzerine düşünmeden edemiyor. Yaşadıkları toplum içerisinde en çok nefret edilenler onlar mıydı, yoksa tanrıları memnun etmek için mi kurban edilmişlerdi? Kazara boğulanlar, idam edilen kanun kaçakları, ölen savaşçılar veya kurban edilen insanlar olsun, günümüze oldukça iyi korunarak ulaşmış bu kalıntılar, 7000 yıllık bir geleneğe ve onu uygulayan kültürlere büyüleyici bir bakış sağlıyor.

Dünyanın en ünlü bataklık cesetlerinden biri olan Tollund Adamı, 1950 yılında Danimarka’nın Silkeborg kenti yakınlarındaki bir turba bataklığında bulundu. Ceset o kadar iyi korunmuştu ki, onu keşfedenler yakın zamanda öldürülmüş bir cinayet kurbanıyla karşılaştıklarını düşündüler.

Turbanın gücü

Birçok bataklık cesedi, bataklıkta bulunan doğal kimyasalların bazı insan dokularının çürümesini önlemesi sayesinde, rahatsız edici derecede gerçekçi görünüme sahip. Bataklık alanları, çürümekte olan bitkilerin ve yosunların zamanla birikerek oluşturduğu, turba adını verdiğimiz çamurlu bir katman barındırıyor. Geçmişte sıkça yakıt ve gübre olarak kullanılan turba, günümüzde çok daha büyük bir değere sahip. Artık birçok turbalık, içerisinde yoğun miktarda karbon depolayabilen ve böylece iklim değişikliğiyle mücadelede kilit bir rol oynayan doğal alanlar olarak yeniden değerlendiriliyor.

Sphagnum yosunu Avrupa bataklıklarının koruyucu gücüne katkı sağlıyor.

Turbanın önemli bir bileşeni olan Sphagnum yosunu, görünüşe bakılırsa Kuzey Avrupa’nın bataklıklarına sihirli bir koruma özelliği kazandırıyor. Kuzeydeki bu sulak alanlar soğuk, oksijeni düşük ve çok asidik. Yosunların antibiyotik özellikleriyle birleşen bu ortam, insan vücudunun kireçlenmiş ve keratinli yapılarını (kemikler, dişler, cilt, saç ve tırnaklar) korumak için mükemmel bir karışım oluşturuyor. Sphagnum kemiklerden kalsiyumu süzerek onları yumuşak ve esnek hale getiriyor. Korunan bazı cesetlerin kıvrımlı nitelikleri, kemiklerin bataklıktaki basınç nedeniyle bükülmesinden kaynaklanıyor. Su ortamı aynı zamanda yün veya hayvan derisinden yapılmış giysileri de koruyor, ancak keten gibi bitki bazlı tekstillerde o kadar başarılı olmuyor.

Yapılan bu son araştırma, bataklık alanlarındaki iyi tarihlendirilmiş insan kalıntıları üzerine yapılmış ilk büyük ölçekli inceleme olma özelliğini taşıyor ve 250’den fazla bölgeden toplanan 1000’den fazla kalıntı kümesini kapsıyor. Bu tür ölü gömme uygulamaları, bilindiği kadarıyla MÖ 5200 yıllarına dayanıyor, fakat en çok MÖ 1000 ila MS 1500 yılları arasında, yani Demir Çağı’ndan Roma dönemine ve ardından Orta Çağ boyunca geliştiği ve yaygınlaştığı görülüyor.

Araştırmayı yürüten ekip, incelenen kalıntıları üç ana kategoriye ayırıyor: İlk kategori; derisi, yumuşak dokuları ve saçları muhafaza edilmiş ve ‘bataklık mumyaları’ olarak bilinen, Danimarka’daki ünlü Tollund Adamı gibi örnekleri barındırıyor. İkinci kategori; MÖ 9. binyıla kadar uzanan en eski bataklık cesedi buluntularının çoğu gibi, günümüze sadece kemikleri ulaşan ‘bataklık iskeletleri’nden oluşuyor. Son kategori ise, hem kısmen mumyalanmış doku parçalarına hem de kısmen iskelet kalıntılarına sahip olan ‘karışık’ grubu barındırıyor. Bu gruplar, bataklıkların zaman içinde nasıl farklı türlerde insan kalıntılarını koruduğuna dair önemli bilgiler sunuyor.

1952 yılında Kopenhag’ın kuzeybatısındaki bir bataklıkta keşfedilen Grauballe Adamı, Avrupa’nın en kapsamlı şekilde incelenen bataklık cesetlerinden biri. Çenesinde birkaç günlük kirli sakal bulunan Grauballe Adamı, MÖ 3. yüzyılın sonlarında öldüğünde 30’lu yaşlarının ortasındaydı. Boynunda bir kulağından diğerine uzanan büyük bir yara vardı. Kesik o kadar derindi ki boyun omurlarından birini sıyırmıştı. Bunun dışında kafatasında ve bir bacağında da kırık vardı. Bu durum, uzmanları adamın ölmeden önce işkence gördüğü teorisine yöneltti. Yıllar sonra Grauballe Adamı’nın kalıntılarının BT taramaları, bu kırıkların ölüm sonrasında, büyük olasılıkla bataklıktaki basınçtan veya kazı sırasında meydana gelen hasardan kaynaklandığını ortaya çıkardı. Boynundaki kesik ise, kötü bir hasattan sonra belki de bir Kelt bereket tanrıçasına kurban edilmesi teorisini destekliyor. (C: robertharding / Alamy Stock Photo)

Kıta boyunca bataklıktan bataklığa değişen koşullar, insan kalıntılarının korunmasında da farklı seviyeler oluşturuyordu. Bataklığın asiditesi, cesedin suyun altında ne kadar süre kaldığı, yılın hangi mevsiminde gömüldüğü, böceklerin bulunup bulunmadığı ve yıllar boyunca ne tür şartlara maruz kaldığı gibi etkenler, cesedin keşfedildiğinde nasıl bir durumda olacağını etkileyen ve hangi dokuların zamanla korunacağını belirleyen faktörlerdi.

Öngörüler ve düzeltmeler

19. yüzyılda bu cesetlerin sonunun nasıl bataklıklarda bittiğini ciddi olarak araştırmaya başladıklarında, bilim insanlarının üzerinde çalışabilecekleri çok fazla bilgi ve kaynak yoktu. Bölgede okuma-yazma öncesi toplumların ritüel ve inançlarını belgeleyen yazılı kayıtlar bulunmuyordu. Araştırmacılar, elde edebilecekleri her türlü bilgiyi toplamaya çalıştılar. Birçoğu, Demir Çağı bataklık bölgelerine ilişkin bilgilerini şekillendirmek için, MS 1. yüzyıl Roma tarihçisi Tacitus’un eserlerine büyük ölçüde güvendi.

Tacitus, kuzey bölgelerine hiç gitmemiş olmasına rağmen, MS 98 civarında ikinci ve üçüncü el kaynaklara dayanarak kuzey halklarını ve kültürlerini anlatmış ve Germania’yı yazmıştı. Eser, Tacitus’un kendi ülkelerindeki abartılı davranışları nedeniyle Romalıları utandırmak için Germen kabilelerinin erdemlerini övüyordu. Tacitus, Germen halkları arasındaki suç ve cezayı anlattığı bölümde, bazı suçluların asılıp diğerlerinin bataklıkta boğulmasına ilişkin açıklamalara yer vermişti.

Arkeologlar, Danimarka’nın Jutland Yarımadası’ndaki Mossø Gölü kıyısındaki Alken Enge bölgesinde yaklaşık 80 kişinin kalıntılarını ortaya çıkardılar. Burada tahmini 380 cesedin hâlâ bataklığın altında olabileceği tahmin ediliyor. Korunan kalıntıların çoğu, MS 1. yüzyılın başlarında tek bir olayda ölen genç erkek yetişkinlerdi. İyileşmemiş travma yaraları ve silahların varlığı, bu insanların savaşta öldüklerini gösteriyor. Bu keşiften önce uzmanlar, bölgedeki Germen savaş kuvvetlerinin önemli ölçüde daha küçük olduğuna, Alken Enge’de gömülü yüzlerce kişiden ziyade 80 kişiye yakın olduğuna inanıyorlardı. İyi korunmuş cesetler aynı zamanda ilginç bir ritüel yanını da ortaya koyuyor. İnsan kalıntılarının çoğunda, bataklığa atılmadan önce bir yıla kadar açıkta bırakıldığıyla tutarlı hayvan kemirme izleri görülüyordu. Diğer kemikler kasıtlı olarak demetler halinde düzenlenmiş halde bulundu. Bir vakada dört farklı kişiye ait kalça kemiği parçaları bir ağaç dalına bağlıydı. Bu kanıt, araştırmacıları, savaştan sonra zamanın geçtiğini, hayatta kalanların daha sonra kalıntıları toplamak ve bataklığa bırakmak için geri döndüğünü düşünmeye yöneltti. Kuzey Avrupa’daki bataklıkların antik tören ve ritüel önemine dikkat çeken bilim insanları, savaşta ölenlerin kaldırılmasının muhtemelen galiplerin zaferlerini anma girişimi olabileceğine inanıyor. (C: Mads Dalegaard – Moesgård Foto/Medie)

Tacitus’un eserlerine duyulan bu güven, bataklık cesetlerinin koşulları hakkında hayal gücüne dayalı renkli yorumlara yol açtı. Bataklık cesetlerinin çoğu kez anormal duruşlara sahip kolları, bacakları ve sıklıkla ezilmiş kafatasları, bu kişilerin toplumdan dışlanmış insanlar olduğu yönünde yorumlanmasını destekledi. Bu insanların zina ya da hırsızlık gibi eylemlerden dolayı önce işkence gördükleri, ardından idam edilip bataklığa atılarak cezalandırıldıkları düşünülüyordu. Bu açıklamaların birçoğu, onlarca yıl boyunca inanılırlığını sürdürdü ve Avrupa’nın bataklık cesetlerinin üzücü kaderleri hakkında yazılan şiirler, hikayeler ve romanlara esin kaynağı oldu.

Ölüm nedenleri

Ancak, bataklık cesetleri üzerine yapılan araştırmalar, aradan geçen onlarca yıl içerisinde teknoloji geliştikçe birçok farklı yöne doğru ilerledi. BT (bilgisayarlı tomografi) taramaları, 3B görüntüleme, DNA analizi ve radyokarbon tarihleme gibi yeni yöntemler, bu insanların yaşam ve ölümlerinin daha geniş bir perpspektifte ve daha karmaşık bir şekilde ortaya konulmasını sağlıyor. Ölümleriyle ilgili romantik hikayeler yerine daha fazla ince ayrıntı, hatta daha fazla gizem ortaya çıkarıyor.

1952 yılında, Almanya’da Windeby yakınlarındaki bir bataklıkta bulunan bu bataklık cesedi, günümüzden yaklaşık 2000 yıl öncesine tarihleniyor. Bulunduğunda, ince ve narin yapısı sebebiyle yerel arkeologlar tarafından genç bir kız olarak tanımlandı ve Windeby Kızı adı verildi. Saçları kırpılmış gibi görünüyordu ve gözleri bir göz bağıyla kapatılmıştı. Bunlardan yola çıkarak, Windeby Kızı’nın zina yapan bir kadın olduğu yönünde bir teori oluşturuldu. Teoriye göre, ceza olarak halkı onun kafasını tıraşlamış, gözlerini bağlamış ve boğmuştu. Daha sonra yakınlarda bulunan bir erkek cesedi de, onun yasadışı sevgilisi olarak yorumlandı. Bu açıklama, Kuzey Dakota Eyalet Üniversitesi’nden Heather Gill-Robinson’ın Windeby Kızının DNA’sını test ettiği ve onun aslında bir erkek çocuğu olduğunu bulduğu 2000’li yılların ortalarına kadar geçerliydi. Kalıntıların analizi, şu anda Windeby I olarak bilinen çocuğun yetersiz beslendiğini ve büyük olasılıkla MÖ 41 ila MS 118 yılları arasında doğal nedenlerden öldüğünü ortaya çıkardı. Cesette, bir idamdan beklenebilecek hiçbir travma belirtisi yoktu. Diğer bilim insanlarının yaptığı radyokarbon tarihlemesi, yakınlarda bulunan ve sevgilisi olduğu düşünülen diğer cesedin, Windeby I’den 300 yıl önce yaşadığını ortaya çıkardı. (C: Wikimedia Commons)

2023 tarihli bu araştırma, bataklık cesetlerinin ritüelistik önemi etrafındaki tartışmayı yeniden şekillendiriyor. Belki de yeniden değerlendirilen en kritik nokta, her bir kişinin ölümündeki şiddetin rolü. Çoğunun -cesetlerin durumu nedeniyle- şiddetli bir şekilde öldüğüne inanılıyordu, ancak bugüne dek bulunan tüm bataklık cesetleri arasında yalnızca 57 kişinin ölüm nedeni kesin olarak tanımlanabildi: 45’i şiddetli bir şekilde ölmüştü, 6’sı intihar etmişti, 4’ü ise kazara boğulmuştu.

Yeni araştırmalar, Danimarka’da asılarak öldürülen Tollund Adamı gibi bazı kişilerin şiddet içeren ölüm nedenlerini doğruluyor. Diğer cesetlerde meydana gelen yaralanmaların, bataklığın kendisinden gelen basınçtan kaynaklanan ölüm sonrası hasarlar, hatta kazı sırasında kazara meydana gelen hasarlar olduğu ortaya çıkıyor. Eskiden bu kırık kemikler ve kırık kafatasları, işkence veya saldırı kanıtı olarak görülüyordu. Bu yaralanmaların nedeninin doğru belirlenmesi tatmin edici olabilir ancak aynı zamanda ölümlerle ilgili daha fazla soruyu da beraberinde getiriyor.

Teknoloji ilerledikçe, bilim insanları bu bataklık cesetlerinden çok daha fazla veri toplayabilecek ve cevapsız kalan birçok soruyu aydınlatabilecekler. Ancak cevaplar ortaya çıktıkça yeni soruların da geleceği kesin.

Kaynak: Arkeofili