Eyüp Altun Kimdir
Eyyüp Altun 1960 Kars doğumlu. Kars Ticaret Lisesinden mezun olduktan sonra sosyal bilimler okudu. Doksanlı yılların başında bazı teorik içerikli dergilerde çalıştıktan sonra bir süre muhabirlik yaptı. Son yıllarda tarihi konular (Ermeni meselesi ve İttahad Terakki) ve edebiyat üzerinde yoğunlaştı. İlk kitabı 'SONA' 2008 de Logos yayınlarından çıktı. Yazar evli, üç çocuk babasıdır.
İsmet Tunç: Eyyüp Bey, neden Ermeni olayları üzerine bir roman yazma girişiminde bulundunuz? Sizi bu çalışmaya iten özel bir neden var mı?
Eyüp Altun: Aslında Ermeni kökenli anneannemin yaşamını yazmak için yola çıkmıştım. Ancak son yıllarda sorun o kadar hararetle tartışılır olmuştu ki, olayın politik ve tarihi derinliğine inmek kaçınılmazdı benim için. Böylece ‘Sona’ çıktı ortaya.
Ermeni meselesi Türkiye toplumunda tabu sayılan konulardan biri. Bu romanı yazarken çekinceleriniz oldu mu?
Açık söylemek gerekirse olmadı. Türkiye’deki demokratik gelişim süreci bu meselenin tartışılmasını artık mümkün kılmaktadır. Hatta bu konudaki yasal düzenlemeler bazı Avrupa ülkelerinden bile daha ileri bir seviyededir. Yani siz Türkiye’de “Ermeni Soykırımını” konu edinen bir konferans düzenleyebilir, çeşitli gazete ve dergilere bu meyanda yazılar yazabilirsiniz. 301. madde artık korkulacak bir madde olmaktan çıkmış bulunmaktadır. Buna karşın bir Avrupa ülkesi olan İsviçre’de ‘1915’te soykırım olmadı’ konulu bir konferans düzenlediğinizde soruşturmalık olur, hatta ceza bile alabilirsiniz. Bu gerçeklik, 1915’le ilgili söylenmesi gerekenleri yazmamı olanaklı kıldığını için çekince yaşamadım.
‘Sona’’dan sonra, insanların algılarında nasıl bir değişimin olacağını ya da olduğunu düşünüyorsunuz?
‘Sona’, 1915’e açılan bir penceredir. Bilindiği üzere Türkiye Edebiyatında konusunun tamamı 1915’te geçen roman çalışması bulunmamaktadır. Konu akademik anlamda yıllardır tartışılmasına karşın dönemin günlük yaşamına ve insani manzaralarına minimum düzeyde bakılamamıştır. Bir aşk öyküsü üzerinden verdiğimiz çalışma bu ihtiyaca yanıt verecek ve 1915’e ait önyargıların az da olsa ortadan kalkmasına olanak sağlayacaktır.
‘Sona’ çıkalı bir yıl oldu, değişimi gözleme şansınız oldu mu?
Kitabı okuyanlar en azından konuya daha önyargısız bakıyorlar. Karşıt görüşlere sahip insanlar bile sükûnetle ve soğukkanlılıkla olayın tartışılması gerektiğini düşünüyorlar. Hatta kitabı okuyanlar konuyla ilgili bilgilerinin yetersiz olduğunu fark ederek tartışmalarda kesin yargılarda bulunmaktan kaçınıyorlar.
Tarihi roman, kaynak olarak kabul edilmeyen ama olayın daha iyi anlaşılmasını sağlayan bir türdür. Sizce Sona’nın edebi yönü mü yoksa tarihsel yönü mü daha baskın görünüyor?
Doğrusunu söylemek gerekirse bu romanla, yıllardır sürdürülen tartışmalara bir yanıyla katıldığımı düşünüyordum. Ancak verdiğim politik mesajlardan ziyade, okurlarımın en azından önemli bir bölümünün, romanın edebi özellikleriyle ilgilendiklerini gördüm. Romanın sürükleyiciliği, kullanılan dilin akıcılığı, betimlemeler, Osman Kâhyanın cezbeden kişiliği ve tabiî ki aşk ve cinsellik gibi… Fakat tarihe meraklı okuyucularım ise daha çok verilen politik mesajı öne çıkarıyorlar ve bu yönde benimle tartışmaya giriyorlar.
Romanınızda Türk, Kürt ve Ermeni karakterleri dengede tutmaya çalışmışsınız. Özellikleri bakımından birbirlerine çok benziyorlar, örneğin bilgili ve soruna müdahil olmaları gibi… Romandaki bazı karakterlerin bu özelliklerde olmalarının özel bir anlamı var mı? Bir tarafa yönelik kayırma telaşına düşmemek için mi böyle bir yol seçtiniz?
Herkes savunduğu konuda kendini haklı görür ve samimiyetle konuya eğilir. Ben kişi bazında insanların o dönem itibariyle bilerek kötüyü oynadığını düşünmüyorum. Kuşkusuz birçok insan doğruyu temsil ettiğini düşünür. Kişisel olarak, karakterlerin özgürce görüşlerini ortaya koymalarından yanayım. Nitekim Vartan da, Osman Kâhya da, Ferit Bey de, Arşak da inandıkları davayı samimiyetle savunan insanlar. Bilgili olmaları da çok tabii… Çünkü bu karakterler toplumun önünde yürüyen seçkin insanlar ve böylesi olağanüstü bir dönemde konularına iyi çalıştıkları anlaşılır bir durum. Romanı yazarken klasik Türk filmlerinde olduğu gibi iyiyi çok iyi, kötüyü çok kötü biçiminde koyamazdım. Bırakın herkes bildiğini söylesin; okuyucu da yargısını koysun. Edebiyatta okuyucu direkt açık bir şekilde yönlendirilemez. Bu bir çocuğu eğitmek gibi bir şey olur ki buna da edebiyat denmez. Ana fikir romanın içine ince bir ustalıkla sindirilir. Hatta bu öyle sinsi bir şekilde yapılır ki okuyucu bunu fark etmez bile. Bunu ‘Sona’’da ne derece başardım bilemiyorum ama, olması gerekenin bu olduğundan hiç kuşkum yok.
Sizce Taşnak Partisi ve Ermeniler niçin kaybetti. Ermeni meselesinin Kürt meselesiyle benzerliği var mıdır?
Bir doktor önüne gelen hastasını doğru teşhis edip gerekeli ilaçları verirse o hasta bir süre sonra iyileşir. Eğer teşhisle ilaç arasında uyumsuzluk varsa hasta giderek kötüleşir. Şimdi 1915’teki Ermeni toplumuna ve Osmanlıya şöyle bir bakalım. Ermeniler bir tarlaya buğdayın serpiştirilmesi gibi Anadolu’ya dağılmışlar. En kalabalık oldukları yerlerde bile Müslümanlara oranla azınlık durumundalar. Yani Kürt, Türk ve diğer etnik guruplarla iç içe yaşıyorlar. İstanbul’dan Van’a kadar her yerde Ermeni var. Ermeni nüfusu hiçbir yerde homojen değil; farklı etnik kültürler bir arada yaşıyorlar. Sizin, Balkan ülkeleri gibi ayrılmanız ve bağımsız bir devlet kurmanız için bulunduğunuz bölgede çoğunluk olmanız gerekiyor. Ne var ki Ermeniler hiçbir şehirde çoğunluğu oluşturmuyorlar. Rusların desteğiyle birlikte yaşadıkları etnik unsurları temizleyerek devlet kurmayı planlıyorlar. Tarihin buna izin vermesini beklemek tarihin yasalarını bilmemekle mümkün olabilir ancak. Azınlık olduğunuz hiçbir yerde devlet kuramazsınız. Özetle; Ermeniler dağınık nüfus yapısıyla Anadolulaşmışlardı fakat ne Taşnak Partisi ne de Ermeni halkının büyük çoğunluğu bu gerçeğin farkındaydı. Yani Anadolu’da bir Ermeni devletinin kurulmasının koşulları yoktu. Taşnak Partisi ve Ermeniler tarihin cevaz vermediği bir çözümü zorladılar. Kaybetmelerinin nedeni de buydu.
Kürt meselesi için de durum böyle… Kürtler son bin yılda Mezopotamya’dan kuzeye Ermenilerin içine doğru yayıldılar. Bölgede kurulan Müslüman Türk devletleri bu yayılmada Kürtlere büyük bir avantaj sağladı. Ermeniler bu yayılmayı durduramadılar; çünkü bölgeyi egemenlik altında tutan bu Müslüman devletlerin Kürtlerle olan dindaşlığı Ermeni direnişini işlevsiz kılıyordu. Daha sonraki yüzyıllarda Kürtlerin batıya doğru yayılmasıyla birlikte ciddi anlamda bir iç içe geçmişlik durumu ortaya çıktı. Bu gelip geçici bir durum değil; yani bu göçü bu saatten sonra geriye döndürmenin olanağı yok. Dikkat edilirse birkaç şehir hariç diğer bütün şehirlerde hatta buna ilçeler de dâhil, her yerde derin bir iç içe geçmişlik durumu var. Bu realite tarihsel olarak Anadolu’da bir Kürt devletinin kurulmasının koşullarını ortadan kaldırmış bulunuyor. Bunu, belki iki yüz yıl önce yapabilirdiniz. Oysa şimdi bu tarihsel eşik aşılmış gözüküyor. Bu saatten sonra iki halkın birlikte yaşamalarını sağlayacak çözümler vücut bulabilir ancak. Aksi takdirde beyhude can ve zaman kaybı yaşanacaktır. Kürtlerin Türkiye’deki reel koşulları bir Kürt devletinin kurulmasına müsaade etmiyor; bunu artık anlamamız lazım. Kürt ve Ermeni sorunları, yaşandığı yıllardaki tarihsel koşulları bakımından birbirlerine benzemektedirler.
Olay örgüsünü aşkla kurmayı tercih etmişsiniz. Sizce aşk, bu çetrefilli konuyu yeterince taşıyabilecek nitelikte mi?
Bence en can alıcı soru bu. Dikkatli okuyucular bazı şeyleri görebilirler. Romanın alt başlığına dikkat ettiyseniz ne demek istediğimi kolayca anlamışsınızdır. Bu alt başlık aslında konunun özüdür. 1915 olayları bize, yanılanların tarihin hışmından kurtulamadıkları gerçeğini gösterir bir bakıma. Hesabı iyi yapılmamış bir politik strateji kaybetmenize neden olur. Romandaki aşk da öyle... Toplumsal olaylarda nasıl ki duygusal tepkiler felaketlere neden oluyorsa, aşkta da yalnızca duygularla verilen kararlar kaçınılmaz olarak sizi mutsuzlukla buluşturur. Duygusallık işin romantik tarafıdır ve sizi bir süre mutlu edebilir. Ancak duygusallıkla kurulan ilişkiler mantık çerçevesinde şekillendirilemiyorsa başarısızlık kaçınılmaz olur. Taşnak partisinin soyut verilere dayanan politikasıyla, Gazi ve Sona’nın aşkı aslında aynı başarısızlık çerçevesinde görülebilir. Sonuçta ikisi de kaybetmiştir.
Tanrı yanılanları affetmez mi?
Ne yazık ki affetmiyor. Tarihin çöplüğü yanılan kavimlerin fosilleriyle dolu… Tarih kendi koşullarına ayak uyduramayan toplumlardan pek hoşlanmaz. Aynı şey siyasal anlayışlar ve düşünce akımları için de geçerlidir. Koşulları iyi okuyamazsanız adına hareket ettiğiniz bir halkı, aldığınız yanlış politik kararlarla tarihin uçurumuna kolaylıkla itebilirsiniz. Bu yanılgıyı sonradan fark edersiniz ama iş işten geçmiş olur. Hem düşüncenizi hem de arkanızdaki kitleyi tarihe gömmüş olursunuz.
Uğraş alanınız ile edebiyat arasında bir bağ yok sanırım; siz edebiyata dışarıdan gönül verenlerden misiniz?
Yaşam, beklentilerimizin çoğu zaman uzağından geçer. Siz öğretmen olmak istersiniz ama birileri sizi doktor olmaya zorlar. Ya da siz edebiyatla veya sanatla uğraşmak istersiniz ama yaşam sizin bu eğiliminize geçit vermez ve sizi bilinen sorunların içine sürükler. Ama içinizdeki aşk gün gelir bir yerlerden fışkırır. Yani aşkı bastırmanın imkânı yoktur. Siz bir hava kabarcığını suyun içinde ne kadar süre saklı tutabilirsiniz. O kabarcık bir gün suyun yüzüne çıkacaktır. Birçok insanda olduğu gibi bende de öyle oldu. Aslında tarih ve edebiyat çocukluğumdan beri ilgimi çeken iki konuydu. Bu temeldeki derslerimi yüzde yüz başarıyla geçerdim. Hatta zamanı gelmeden konuları okur bitirirdim. Bugün tarihi bir roman yazmakla, saklı kalan bu aşkımın su yüzüne çıktığını görüyorum. Mutluyum.
1910’ların dünyasını oluşturabilmek için ne gibi araştırmalar, çalışmalar yaptınız?
:Her yazarın yapması gerektiği gibi işe, konuyla ilgili yazılmış kitapları okumakla başladım. Daha sonra anneannemin yaşadığı dönemdeki bazı ayrıntıları aile büyüklerimden dinlemeyle devam ettim. Ardından Erciş’teki kırka yakın yaşlı insanla o dönemin manzarasını çıkarmaya çalıştım. Ayrıca Ermeni tezlerine haklılık kazandıran birçok roman, anı ve makale okudum. Konuyla ilgili sayısız program izledim ki bu tartışmaların ufkumu açtığını söyleyebilirim. Bildiğiniz gibi son yıllarda bu konu sıkça tartışıldı. Hemen hemen bu yönde yapılan programların tamamını izledim. Dönemin fotoğrafını yakalamamda bir başka etken daha var. O da, yıllar önce İstanbul’da bir hastanede oda arkadaşım Artin isminde yaşlı bir amcayla tanışmış olmam gibi... Seksenindeki bu adamla bir hafta boyunca konuştum. Onunla anneannemin de Ermeni olduğunu söyleyerek dostluk kurdum. Atatürk’ün modern vizyonuna hayran biriydi. Dönemin profilini çıkarmamda Artin amcayla konuştuklarım etkili oldu.
Sizin bir de Ermeni kimliğiniz var yani?
Artık homojen bir ırk bulmak mümkün değil. Hepimizin kanında Kürt, Türk, Arap, Ermeni vs. birçok etnik gen bulunmakta… Bu gerçekten kaçamayız. Önemli olan kendinizi hangi kültüre dâhil ettiğinizdir. Genetik ırkçılık dönemi artık kapanmıştır. Kültürlerin özgürce yaşandığı demokratik toplumlar yaratmaktan başka çıkar yol yok.
Olay örgüsünü Eganis ve Van’la sınırlı tutmuşsunuz, merkez olarak özellikle Eganis’i seçmenizin bir özelliği var mı?
Aslen Karslıyım ancak yaklaşık 30 yılım bu civarda geçti. Kars’tansa burayı daha çok tanıyorum. Tarihini de çok iyi bildiğim bir bölge olduğu için olay zeminini buralardan seçtim. Romanda yaşananlar yalnızca Van-Erciş ekseniyle sınırlı değil; Erzurum, Rumeli, hatta İstanbul da romanda geçiyor. Kaldı ki konu her ne kadar Van-Erciş civarında yaşanıyorsa da bu çalışmada meseleye genel bir bakış da getirilmiştir.
Romanda çok kültürlülük vurgusu gözle görülür şekilde ön plana çıkıyor. Bu, romanda, neleri kaybettiğimiz üzerine verilen bir mesaj mı?
O dönem çok kültürlülük bir realite. Aynı bölgede Ermeniler, Kürtler, Türkler, Nasturiler, Yezidiler vs, bir arada yaşıyorlar. Tipik bir Osmanlı gerçeği… 1915’i anlatırken bu gerçeğe vurgu yapmadan geçebilir misiniz? Ayrıca her kültür bir çiçek demetinin içindeki renk gibidir. Tek renkli bir dünya kuşkusuz çok sıkıcı olurdu.
Sona’da olaylar 1913’de başlayıp 1915’de bitiyor. Burada bitirmenizin bir anlamı var mı?
Aslında ne yaşanıyorsa bu tarihler arasında yaşanıyor. Yani 1915 olayları bu iki tarih arasında yaşananlardan ibaret. Ancak dikkat ettiyseniz tehcir konusuna değinmemişim. Romanın son sayfalarına doğru ‘1915’ten 3 yıl sonra’ başlığı altında bir bölüm var. Öncü Ermeni Birlikleriyle Rusların bölgeyi işgali ve sonrasında yaşananları anlatmamışım. Bu üç yıllık dokunulmamış dönem, üzerine roman yazılabilecek bir dönem.
Peki, tehcir sürecini neden işlemediniz? Yoksa bu ikinci kitabın konusu mu?
Söylediğim gibi bu ‘Sona’’nın devamı niteliğindeki başka bir çalışmanın konusu. Bu dönemi merak eden okurlarım birkaç yıl daha beklemek zorunda kalacaklar. Zor ve araştırılmaya muhtaç bir dönem çünkü.
Romanınızın Türk Ermeni ilişkilerine katkı sağlayacağını düşünüyor musunuz?
Türk-Ermeni ilişkileri tamamen siyasi bir konu... Her iki taraf da insani ve psikolojik boyutuyla konuyu ele almıyor. Ayrıca uluslar arası çıkar ilişkilerinde de çeşitli ülkelerce istismar edilen bir konu. ‘Sona’’nın, sorunun insani boyutuyla ele alınmasına katkı yapacağını umut ediyorum.
Romanınızın edebiyat dünyasına ne gibi bir yenilik ya da bakış açısı getirdiğine/getireceğini düşünüyorsunuz?
Bu roman tarihi-politik bir çalışma. Türk Edebiyatında 1915 konulu romanlar yok denecek kadar az. Bu eser umarım bu yöndeki çabaları tetikler. Romanın dili ve üslubu konusunda nasıl bir etki yaratacağını şimdiden kestirmek çok zor. Bunun ileriki bir zamanda ortaya çıkacağını düşünüyorum.
Eyüp Altun
[email protected]
Sona, Logos Yayınevi, 2. Baskı Mayıs-2009
Fotoğraflar için Ali Dağer'e teşekkürler.
İsmet Tunç
[email protected]
Sona, Logos Yayınevi, 2. Baskı Mayıs-2009
Fotoğraflar için Ali Dağer'e teşekkürler.
İsmet Tunç