Kadının doğadaki diğer canlılarda olduğu gibi güçsüz ve yetersiz olduğu savına dayanan görüşler kuşkusuz yüzyıllardır devam eden ataerkil bir toplum yapısının yarattığı kültürden beslene gelmiştir. Bu savı ileri süren toplum bilimciler, buna dayanarak kadının erkekle eşit olamayacağı hükmüne varmıştır. Oysa kadın doğadaki herhangi bir canlı değildir ve erkekle aynı maddi ve kültürel ihtiyaçları paylaşan ve sadece fiziksel yapısı itibariyle daha narin bir görünüm arz eden bir varlıktır. Kaldı ki kadının estetik ve duygulu görünümü onun ikinci sınıf bir cins olduğuna delalet sayılamaz. Eğer bu düşünceden hareket edersek fiziki açıdan daha çelimsiz erkekler de aynı ayrımcılığa tabi olmaları gerekirdi. Oysa tarih boyunca devam eden sömürü düzenlerinde nice çelimsiz ve gösterişten yoksun birçok insan iktidar erkinin başına geçebilmiştir.
Buna karşın kadın, yalnızca hemcinslerini değil bütün erkekleri ilkeğitime tabi tutan ve onu hiç olmazsa belli bir yaşa kadar yetiştiren, üstelik bunu yaparken de inanılmaz bir sevgi üretimiyle çocuğun manevi şekillenmesine katkı sunan bir işleve sahiptir. Ne yazık ki bu erdemli ve tanrısal yaratık erkek karşısında boyun eğmek zorunda kalmıştır. Oysa kaba kuvvetle insanların ayakta kalabildiği ve egemenliğin bu fiziki güce dayandığı dönemlerden kalma sindirmeci anlayışlar bilim ve teknolojinin gelişimiyle artık önemini yitirmesi gerekirdi. Ancak sosyal sistemler kadını dayanak yaparak hala ekonomik ve siyasal düzenlerini sürdürdüğünden kadının üzerindeki baskı varlığını korumaktadır. O nedenle şu nesnel gerçeği dile getirmekten çekinmemeliyiz: Sömürüye dayanan sosyo-ekonomik sistemler değişmedikçe kadının nihai kurtuluşu mümkün olmayacaktır. Bu durumda kadının kurtuluşu mücadelesiyle iktidarı hedefleyen siyasal mücadele başat yürütülmek zorundadır.
Bu noktadan soruna baktığımızda kadını kurtarmayı amaçlayan Liberal Feminizmin erkelere karşı eşit haklar edinmeyi esas alan mücadelesinin başarıya ulaşma şansı yoktur. Ancak bu liberal eşitlik anlayışı toplumsal, sınıfsal ve etnik eşitsizlikleri dikkate almayan bir yaklaşım içindedir. Örneğin kırsal kesimde yaşayan ve feodal toplum yapısının baskısı altına olan kadının bu eşitlikten istifade etmesi bir çok ülkede olduğu gibi pek mümkün gözükmemektedir. Ayrıca yasa önünde eşitlik sağlansa bile sefalet içindeki kesimler ve etnik baskı altında bulunanlar için bu pek bir anlam ifade etmeyecektir.
Aynı şekilde ataerkilliğin eleştirisine dayanan ve bedene ve cinselliğe vurgu yapan kadının erkekle eşit özgürlüklere sahip olması için çaba gösteren Radikal Feminizmin de arzu edilen sonuca ulaşması mümkün gözükmemektedir. Radikal feministler kadınlar arasında sosyal kültürel ve ekonomik açıdan farklar bulunduğunu inkâr etmiyor ancak sistemin yeni baştan yapılandırılması noktasında sınıfsal bir değişimi öngörmüyorlar. Bunun yerine ataerkilliğe dayanan eğitim anlayışının ve idari kadrolaşmanın kadınlar yararına dönüştürülmesini esas alıyorlar. Oysa sınıfsal sömürü devam ettikçe, daha doğrusu kar duygusuyla toplum biçimlendirilmeye çalışıldıkça kadın baskıdan kurtulamayacaktır. Çünkü kar duygusuyla hareket eden bir kurumlaşma başkalarının özgürlüğünü kısıtlama gibi bir ön kabule dayanmak zorundadır.
Kuşkusuz sorunun sadece sınıflı toplumlardan kaynaklandığını öne sürerek sömürü düzenlerini yıkmayı düşleyen hatta bu yöndeki beklentileri bazı sosyalist devrimlerle gerçekleşen Marksist Feministler de arzu edilen sonucu yakalayamamışlardır. Reel sosyalizm deneyimlerinin yaşandığı toplumlarda kadın sorununun çözüldüğünü söylemek mümkün değildir. Sınıfsal sorunun çözülmesi sorunun aşılmasında yeterli olmamıştır. Bu yapılarda devletin idari kurumlarında ve ekonomik karar süreçlerinde kadınların yüzde kaçı yer alabilmiştir? Yeterince demokratik olamayan ve ataerkil toplum yapısını özgürlükler anlamında kadın lehine eleştiriye tabi tutamayan reel sosyalizmin karnesi bu konuda ne yazık ki kırıklarla doludur.
Kadın sorunun çözümüne en yakın duran anlayış bugün itibariyle Sosyalist Feminizdir. Çünkü ataerkil toplum eleştirisine dayanan ve aynı zamanda sınıfsal sömürü düzenlerinin ortadan kaldırılmasını hedefleyen yaklaşımlar gerçeğe daha yakın durmaktadır. Bu akım (Sosyalist Feminizm) öteden beri, kadın sorununun çözümünde Antifeodal, antikapitalist, antiemperyalist ve özgürlükçü sosyalist bir toplumda kadın sorununun aşılacağı yönünde akılcı bir fikre sahiptir. Çünkü geçmiş feminizm anlayışlarından ve reel sosyalizm uygulamalarından dersler çıkararak daha üst seviyede bir birikim yaratmayı başarabilmiştir. Sosyalist Feminizm, kadına dönük negatif ayrımcılığın önüne geçebilecek en kapsamlı birikimleri içinde barındırmaktadır. Bu yapı, sorunu yalnızca sınıf çelişkisiyle açıklamamış, ataerkilliğin eleştirisi ve özgürlükler bağlamında bir çözümlemeye gitmiştir. Ortaya çıkan sonuç kadının kurtuluşunda az da olsa bir umut yaratabilmiştir. Ne var ki hala kar esasına dayanan sistemler (kapitalizm) güç kaybına uğramakla birlikte varlıklarını sürdürmektedirler. Buna rağmen sosyal tarihin ve maddi hayatın diyalektik eleştirisini esas alan bir yaklaşımı içeren yeni sosyalizm anlayışıyla kadının kurtuluşuna giden yolda yeni umutlar yaratmak olasıdır. Sosyalist Feminizm, yıllardır baskı gören kadının aydınlık yarınlara ulaşmasında en parlak seçenek olarak karşımızda durmaktadır.
Eyyüp Altun