Çankaya Köşkü’nde maun masanın ortasına beyaz çiçekler yerleştirilmişti. Cumhurbaşkanı her zamanki gibi ortada başköşede, Atatürk resminin hemen altında oturuyordu. Sol tarafına her zamanki gibi Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ve görevli subaylar oturmuştu. Sağ tarafında ise Başbakan, İçişleri Bakanı, MİT Başkanı ve bir-iki bakan daha oturuyordu. Masaların üzerindeki iki kristal şişenin birine portakal suyu, diğerine su konulmuştu. Askerlerin önündeki mavi dosyalar kristal bardakların yanında açık duruyordu. Salonda bir sessizlik hâkimdi. Güneydoğu’da terör tırmanıyordu ve terör ile nasıl baş edileceğine dair bir çözüm ufukta gözükmüyordu. Cumhurbaşkanı’nın sağ tarafında oturan Başbakan, yakın çevresi tarafından terörün sert müdahale ile çözüleceğine inandırılmıştı. Askerler meseleyi sadece bir güvenlik meselesi olarak algılıyor ve olağanüstü halin devamının bile yetersiz geleceğini söylüyorlardı. O gün MGK’daki gündem maddesi PKK’nın para kaynağıydı. İddialara göre kimi uyuşturucu kaçakçıları ve Kürt kökenli işadamları isteyerek ya da zorla PKK’ya maddi yardımda bulunuyordu. Peki bunun önüne nasıl geçilecekti? Fikir ilk kimden çıktı bilinmiyor ancak bu Kürt işadamlarının ‘halledilmesi’ PKK’yı bitirmek için bir çözüm olabilirdi. Peki nasıl ‘halledilecekti’? Zira maddi yardımın yapıldığına dair bilgi ve duyumlar vardı, ancak ortada bu yardımı gösteren bir belge yoktu. Devletin ‘rutin dışına’ çıkmasına o odada karar verildi. Birazdan yapılacak basın toplantısında muhabirlerin birbirlerini atlatmak için yan yana dizilip hızla okuyacakları basın açıklamasına bu konu yazılmadı. Ancak karar uygulandı.
Basınımızın su testilerine bir hatırlatma
Bugün ölen genç kızlarımızın arkasından ‘su testisi su yolunda kırılır’ yazıları döktüren ‘duayen’ Hıncal Uluç o günlerde devletin ‘rutin dışına’ çıkıp insan öldürebileceğini savunan yazılar yazıyordu. Bir-iki yazıdan bahsetmiyorum, uzun süre bu katilleri ve kararı alanları savundu. Dün ismini bilmeden savunduğu Ayhan Çarkın’ın bugün itiraflarını okuduğunda vicdanı birazcık olsun sızlıyor mudur? Zannetmem. Dün masum insanları yargısız infazla öldüren bu devlet memurlarını ve politikacılarını utanmadan bugün de savunsa ya... O kararı alıp uygulayanlar umarız mahkemelerde hesabını verecek ama bu yanlış kararları canhıraş savunan zihniyeti biz unutmayacağız. Unutmamalıyız...
Basınımızın su testilerine bir hatırlatma
Bugün ölen genç kızlarımızın arkasından ‘su testisi su yolunda kırılır’ yazıları döktüren ‘duayen’ Hıncal Uluç o günlerde devletin ‘rutin dışına’ çıkıp insan öldürebileceğini savunan yazılar yazıyordu. Bir-iki yazıdan bahsetmiyorum, uzun süre bu katilleri ve kararı alanları savundu. Dün ismini bilmeden savunduğu Ayhan Çarkın’ın bugün itiraflarını okuduğunda vicdanı birazcık olsun sızlıyor mudur? Zannetmem. Dün masum insanları yargısız infazla öldüren bu devlet memurlarını ve politikacılarını utanmadan bugün de savunsa ya... O kararı alıp uygulayanlar umarız mahkemelerde hesabını verecek ama bu yanlış kararları canhıraş savunan zihniyeti biz unutmayacağız. Unutmamalıyız...
Geri kafalı solculuk
Dünkü Radikal’de mimar Murat Tabanlıoğlu AKM’nin atıl bırakılmasının nedeni olarak bilet gişelerinin ve kafeteryanın binanın içine alınmasına karşı çıkıp dava açan zihniyeti suçluyordu. Haksız mı? Biz hep bu konuda politikacıları eleştiriyoruz ama bir de işin ucunda STK’lar var. AKM binasının bu şekilde atıl olmasının nedeni biraz da onlar. Resmin içinde muhalif ve ilerici olarak gözüküyorlar ama koskoca bir şehrin simge yapısını tuhaf bir inat ile bomboş tutturuyorlar. Eğer AKM sadece gişe ve kafeteryanın konumu yüzünden bu halde ise bunu başaranların yaptığı, geri kafalılıktan başka bir şey değildir. Bu zihniyetin ve konunun üzerinde önümüzdeki günlerde duracağım.
Çarkın’ın sözleri: Güvenli cinayet bölgesi
90’ların ortasında Türkiye’de bir liste kulaktan kulağa dolaşmaya başladı. Bu listede 100 Kürt işadamının adı yazıyordu. Bir kısmı gerçekten yeraltı dünyası ile ilişkili isimlerdi, bazılarının alakası yoktu. Hatta ünlü türkücüler bile bu listede bulunuyordu. Listede bulunanların öldürülmesini iki ayrı grup üstlendi. İlkinde, daha sonra Susurluk kazasında deşifre olacak Özel Harekâtçılar vardı. İkincisinde ise JİTEM kökenli askerler ve MİT ‘elemanları’ bulunuyordu.
Bu listeden ve karardan bütün devletin haberi vardı. İstanbul Emniyeti de alınan ve uygulanan bu kararın farkındaydı. Dönemin Emniyet Müdürü bu cinayetlere kendi il sınırları içinde izin verilmeyeceğini Ankara’da dönemin kudretli bakanlarına net bir şekilde ifade etti. Bu yüzden cinayetler güvenli bir bölgeye kaydırıldı. Sapanca-Düzce-Bolu ölüm üçgeni, dönemin yine bir başka kudretli komutanının denetimi altındaki askeri bölgeydi. Kürt işadamları teker teker kaçırılıp göz göre göre öldürüldüler. Kaçıranlar da öldürenler de devletin memurlarıydı.
Devlet bir kez rutin dışına çıkmıştı... İşler sonrasında daha da karıştı. İnfazcılar aralarında para kavgasına tutuşmaya başladılar. Kimi Kürt işadamları öldürülmemek için devlet memurlarına rüşvet vermeye başladılar. Kaçırılan kimi işadamları fidye karşılığı serbest bırakıldı. Fidyeler paylaşılamayınca yeniden aynı isimler kaçırılıp yine fidye istendi. Kavga bir süre sonra kontrolden çıktı.
Çankaya Köşkü’nde o gün alınan kararı, Türkiye’nin en karanlık ve kanlı dönemini Susurluk’ta çarpan kamyon bitirdi.
Bugün Ayhan Çarkın, Susurluk’un üzeri itina ile örtülen Kürt ayağını deşifre ediyor. Çarkın büyük oyunun sadece bir figüranı. Çarkın’ın söylediklerinin ucunu çekersek devletin içindeki ip bizi o MGK’da, o odada bulunup bu
‘yanlış’ kararı alanlara götürecek. Dönemin başbakanına, bakanlarına, kuvvet komutanları ve cumhurbaşkanına... Büyük bir hesaplaşmaya...