Bugünlerin rüzgarları sert esiyor. Sokak araları o kadar cereyan yapıyor ki sokakların uğultusu dünyadan duyuluyor. Uğultunun adı direniş. Ne zaman ve nerde yapılacağı kestirilemeyen direniş.
İlk günlerin masumiyetini bozan gaz bombaları kışkırtıcı kokular gibiydi. Direncin kırılamayacağı anlaşıldı, masumiyet bozuldu, kiminin artık eski güzelliğiyle Gezi Parkı’nı göremeyeceği sonuçlar ortaya çıktı. Sertlik kimisinin gözünü kaybetmesine sebep oldu. Meşru bir sevdadan gayrı meşru bir direnç doğdu sokaklara.
Herkes yazdı, çizdi, konuştu, tartıştı, derken öneriler sunuldu, başbakan, yardımcısı, komisyonlar, işe yabancı istihbarat elemanlarının karıştığı haberleri sonra Yiğit Bulut’un bir programda çarpıcı açıklamaları, gündem bayağı böyle meşgul oldu.
Kürt halkı bu direnişler sırasında yakınıyordu. Kürt halkı haklıydı, eyleme hayatında ilk defa katılmış kişiler vardı Gezi Parkı’nda. Onlar yıllarca direnen Kürt’leri belki ilk defa anlıyorlardı. Yıllarca sesini duyurma çabası içerisinde olan halk, külliyen reddedilmekten direnerek kurtuldu.
Peki doğa severler külliyen haklı olarak girdikleri bu direnişte seslerinin yok sayılması mesabesinden mesafe katedebildiler mi yoksa asıl mesafeden uzaklaştılar mı?
Çok hassas bir denge gözetilmeli lakin bana göre hassasiyet çoğu zaman husumetin doğmasına neden olur.
Hassas dönemin hassas nesli; bizler. Ama hassasiyet her yerde aynı ölçüde olmadı mı samimiyetsizlik doğuruyor. Bazı dostlarımın şu sitemleri çok manidardı Kürtler’in acaba yaprakları olmadığı için mi bu ağaçlar kadar sahiplenilmemişlerdi. Aklıma şu geliyor; Kürtler, evet yapraksızdılar ama odun da değildiler lakin onlar kaç defa yakıldıkları halde tekrar yeşerdiler, üstelik sulak olamayacak kadar katı gönüllerde.
İçinde bulunduğumuz sokak muhalefetinin parlemanto muhalefetine taş çıkardığı şu vakitte sert rüzgarımızın gücünden derin güçlere santral kuracakları kadar enerji vermemeliyiz. Elimizdeki kozumuzu (hakkımızı) oynarken başkalarının oyununa gelmemeye dikkat etmeliyiz. Lakin oraya hiçbir siyasi partinin adına gelmediğini belirten kalabalık mutlaka bir siyasi partiye veya gruba bağlıydı hatta zaman zaman birbirine zıt iki grubun birbirinin yanıbaşında kendi saygı duydukları liderlerinin pankartlarını taşımaları ve orada birbirlerine tahammül edebilmeleri çok güzeldi, olması gereken de buydu. İşte tam bu sırada araya sopalı eşkiyalar ya da zevkle nişan alıp gazı fırlatan antiçapulcular! ortalığı velveleye veren sahte kaynaklı haberler veya bizzat yanlış bilgilendirmeler kışkırtıcı fotoğraflar ortalığı darma duman ediyordu ve etmeye de devam ediyor.
Eskiden uzun kıvırcık bonus saçlı genelde trt ekranlarında gördüğümüz o resimci amca varya Bob Ross işte tuvaline boyayı doldurur bizi fırçasıyla yeşil vadideki kurbağanın cıyaklamasına şahit ederdi. Bazen karlar altında üşütür ya da çoğu zaman sibiryalara götürürdü adamı. Her şey o amcaya bağlıydı. Fırçasını tuvaldaki hangi renge batırdı mı işin rengi belli olurdu. İçimizi ısıtmakta kutuplarda dondurmakta onun işiydi.
İşte biz Bob amcanın fırçası gibiyiz öyle manzaralar için tuvaldeki boyalara batmalıyız ki rengimiz kardeşliğin resmini çizmeli. Peki ya fırçayı tutan eller?
Yorum sizin fırçanın sahibi eller mihraklar mı ya da özgür bedenler mi ya da ...?
Cahit Tan 07.06.2013