Ortadoğu’nun bugün içinde bulunduğu baskı ve zulüm ortamını anlamak için, bu coğrafyada yaşanan tarihsel kırılmaları gözden geçirmek gerekiyor. İslam’ın ilk yıllarında halkların eşitliğine dayalı adil bir düzen kurulmuşken, Emevîlerle birlikte bu düzen derinden sarsıldı. İslam, birleştirici bir güç olmaktan çıkarılarak, egemen sınıfın elinde halkları bölüp birbirine düşürmek için kullanılan bir araç haline getirildi. Bu dönüşüm, yalnızca o dönemin değil, günümüzün de en büyük sorunlarından biridir. Bugün Kürtlere yönelik uygulanan baskı, inkâr ve asimilasyon politikaları, bu zihniyetin devamı niteliğindedir.
Emevîler: Din Adına Zulmü Kurumsallaştıranlar
Emevîler, İslam'ı sadece bir inanç sistemi olarak değil, aynı zamanda siyasi iktidarın bir aracına dönüştürdüler. Arap olmayan Müslümanları (mevali) ikinci sınıf vatandaş olarak görerek, Kürtler başta olmak üzere diğer halklara karşı derin bir ayrımcılık uyguladılar. Bu politika, o dönemde olduğu gibi günümüzde de halklar arasında kutuplaşmayı beslemeye devam ediyor. Emevî zihniyetiyle şekillenen bu ayrımcı yaklaşım, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’in kuruluşuna ve günümüze kadar uzanan bir çizgide varlığını sürdürdü.
Osmanlı İmparatorluğu, Kürtleri İslam kardeşliği söylemiyle kendine bağlarken, diğer yandan onların kültürel ve ulusal kimliklerini bastırdı. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte bu baskılar daha sistematik hale geldi. "Tek millet, tek dil, tek din" ideolojisiyle Kürtler, hem etnik kimliklerinden hem de kültürel haklarından mahrum bırakılmak istendi.
Bugün hâlâ Kürtler, “din kardeşiyiz” söylemiyle ikna edilmeye çalışılıyor. Ancak bu "kardeşlik", bir halkın kimliğinin, dilinin ve kültürünün yok edilmesine sessiz kalmayı gerektiriyorsa, bu aslında bir tür sömürüye dönüşür. Gerçek kardeşlik, halkların eşitliğini, özgürlüğünü ve kendi kimliklerini yaşama hakkını tanımakla mümkündür.
Cumhuriyet ve Kürtler: Dinsel ve Ulusal Baskının Kesişimi
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte, Emevî zihniyetinin modern bir versiyonu sahneye çıktı. Bu dönemde de Kürtler yok sayıldı, dilleri yasaklandı, isimleri değiştirildi ve köyleri yakıldı. Dindar kesim, bu zulme sessiz kaldı; çünkü Emevîlerin kurduğu “itaat eden Müslüman makbuldür” anlayışı hâlâ geçerliliğini koruyordu.
Türkiye’de din, iktidarın elinde bir baskı aracı olarak kullanıldı. 1980 darbesi sonrasında, Kürtlere hem "Türklük" hem de "İslamcılık" dayatıldı. Bugün bile Kürtlerin hak talepleri, "bölücülük" gerekçesiyle bastırılmakta, din kardeşliği söylemiyle devletin dayattığı politikalara boyun eğmeleri beklenmektedir. Ancak, Kürtler bu dayatmalara karşı durmakta ve haklarını savunmaktadır. Çünkü gerçek kardeşlik, zulmü kabul etmek değil, adaletin peşinden gitmektir.
Emevî Zihniyetinin Modern Versiyonu ve Kürt Hareketinin Umudu
Günümüzde, İslamcı iktidarlar, halkları manipüle etmek için Emevîlerin kullandığı yöntemleri yeniden uyguluyor. Önce bir düşman yaratılıyor (Kürtler terörist ilan ediliyor), ardından din adına birlik çağrısı yapılıyor (Ümmet kardeşliği söylemi) ve nihayetinde, özgürlük isteyenler bastırılıyor (Dil yasakları, tutuklamalar, baskılar). Bu döngü, geçmişten günümüze kadar sürdü ve halkların özgürlük mücadelesi her geçen gün daha da anlam kazanıyor.
Ancak, bu düzenin sürekli olması mümkün değildir. Çözüm, sadece Kürtler için değil, tüm ezilen halklar için mevcuttur. Halklar, kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip olmalıdır. Bu, bir halkın kültürel, dilsel ve kimliksel özgürlüklerinin tanınmasıyla mümkündür.
Sonuç: Özgürlük ve Adalet İçin Ortak Mücadele
Sonuç olarak, Kürtler ve diğer ezilen halklar için Emevîlerden bugüne uzanan bu baskıcı anlayışın değişmesi artık bir zorunluluktur. Halkların, dillerin, kimliklerin ve inançların özgürce var olabildiği bir düzenin inşası için eşitlik ve adalet temelinde yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç vardır.
Bu dönüşüm, sadece Kürtler için değil, tüm Ortadoğu halkları için bir kazanım olacaktır. Çoğulculuğu benimseyen, halkların kültürel ve kimliksel haklarını güvence altına alan bir anlayış, bölgedeki kalıcı barışın anahtarıdır. Geçmişin baskıcı politikalarından ders çıkararak, farklılıkları bir tehdit olarak görmek yerine zenginlik olarak kabul eden bir yaklaşım geliştirilmelidir.
Özgürlük ve adaletin sağlanması, halkların ortak iradesi ve dayanışmasıyla mümkündür. Bu nedenle, barışçıl ve demokratik yollarla hak mücadelesini sürdürmek, daha eşit ve adil bir gelecek inşa etmek için en doğru yol olacaktır.