Marmara Denizi romantik bir acıdır. Ve bugün 23 Nisan, askeri bandoların boğduğu bir çocuk bayramı, günün hüznünde, küsmüş çocukların acı ve hasretle ıslanmış yurdunda, bir kronik bayram havası var ve ben, Kadıköy vapurunda şunu düşünüyorum:


’'Ölüm yumaklar halinde bir düğümdür ve biz bu düğümleri çözerek ölümsüzleşebilecek iken... Ölümsüzleşmemekten ne zaman vazgeçeceğiz…’’



Dilsiz bütün halkların kaç tane yamacı var ise; orada eğilmemiş, düşmüşse de düşmüş olan bütün yiğit anlara yemin edeyim ki; düşmek giderken yaralanmak iken, eğilmek ise gitmeden kendini eli bol bir cüzdana satmaktır. Vapur, Marmara’nın kirletildiği için kirli olan sularını yırttıkça, her yırtılan yer köpürüyor. Sanayinin kirlettiği martıların solmuş beyaz  kanatları gözlerime doluyor, olsun diyorum, Poliyannalaşıyorum, en azından yaşıyorlar… Ve de yunusların ‘hala yaşıyoruz’ diye bağırırcasına solungaçlarıyla suyun üstünü köpürtmesi… Sonra aklıma silah geliyor, yaşama dair gördüğüm her şey kanıyor. Kanama dünden bugüne akıyor, bugünden de yarına mı akar dersiniz, akmasa olmaz mı…



Tarihinin tetikçilerinin ömrü görmeye yetmese bile kanama çok yaşar. Yaşamın canı, uzun bir ömür kanar… Kanar ve kanadıkça daha da kanar! Temiz suların köpürmesi varken, illaki motor var ve var olacaksa da, kaç tane vapur varsa mavi sularda keşif seferlerine çıksın ve gömülsün silahlar! Yeryüzündeki her bir silah, ölüme atılmış birer düğümdür. Kentlerin kentsel dönüşümle daha da kentselleştirildiği, Tragedyanın çıldırdığı ve de Komedyanın can çekiştiği bu zamandan sonrası, evet yarınımız bu silahlara ne kadar dayanabilir ki? Ancak umut şimdi daha çok var! İttihat ve Terraki zihniyetinin uyguladığı terör ve sonrasında yapılanlarla, Cumhuriyet Tarihini isyanlarıyla doldurmuş, 28 başkaldırı  yapmış Kürt Halkı, yaklaşık 30 yıldır sahiplendiği bir savaşı, gerçekten de barış olur mu, heyecanıyla barışa dönüştürmek için bekliyor.



Devletin Zo-zo’lara karşı başlattığı kırım
, Lo-lo’larla devam ede geldi… Zo-zo’lara yaptıklarıyla henüz yüzleşmemiş bir devletin, varlığını inkara kadar gittiği lo-lo’larla anlaşma yolları araması, bütün yiğit yürekleri bahar dolduruyor!



’’Tarih 24 Nisan 1915...
Haydarpaşa'dan bir tren kalktı.
O kalkan trenle başlayan kırım;  23 Nisan 1920  'de  'çal komutu'  verilen çocukların masum trampetleriyle bastırıldı. ’’


Her ne kadar 24 Nisan 1915’in vicdani muhasebesini yaptıramamışsak da, 30 yıllık savaşla kendisini yumruğuyla kabul ettirmiş olan bir halkın heyecanını yaşıyoruz.  Ve önümüzdeki ayın adı; Mayıs…


Mayıs…


Deniz
’in asıldığı son mevsiminin adıdır Mayıs…


Mahsun
’un vurulduğu Mart’ın yeşerdiği, Mazlum’un bir Diyarbakır yangınından sonra küllerini daha da topraklaştırdığı ayın adıdır Mayıs…


Üniversitelilerin, en çok da Kürt çocuklarının
dönem sonunda, devamsızlık haklarını doldurdukları bir dönem sonunda, son sınavlarının hemen öncesinde alındıkları, sonrasında ise oldukça çok boyutlu psikolojik namlularla tarandıkları operasyonların değişmez zamanıdır Mayıs…


Merakın değil de ezberin çocuklara iğnelendiği, kötü adamın silahlı güvenliğiyle çevrilmiş, meşhur laboratuarlara sahip olan okulların kapılarını yaza kilitlemeye hazırlandıkları mevsimin adıdır Mayıs…


Dünyanın güneşe doymaya döndüğü bir geçiştir Mayıs…


Yurtlarının Yurttaşları olan Ermenilerin, kovulduktan sonra başladıkları ilk ayın adıdır Mayıs…


Mîr Bedîrxan’ın Selahaddînî Kurdî’ye kavuşmuş olduğu
, o kızgın Şam toprağının hiç de serin olmayan bir vaktidir Mayıs…


Çok, hem de okyanuslardan ansiklopediler de yaratsak yine de bitiremeyeceğimiz Manayı Mayıslardan biri de şudur:


Amerikalı işçiler meydandan kuleye bağırdılar, zaman Mayıs’ın 1’iydi: ‘Şeref emektir ve patronlar şerefsizdir!’ diye dünyada dolaşacak bir başkaldırı şöleninin başlangıç meşalesini yaktılar.
 

Bu yıl ki 1 Mayıs Taksim Meydanında kutlanacaktır. Hiçbir toplumcu sivil örgütün insiyatifine başvurulmadan, kentlerin daha da kentselleştirilme operasyonuyla ortaya çıkan Tragedyanın kuduz dişlerinden, Taksim de bütün dünya gibi payına düşen zulmü, kaldırabileceğinden de fazla bir şekilde almış bulunmaktadır. Taksim, modern yapılar can bulsun diye harabeye çevrilmiş bir Anadolu’dur! Êzîdîler için Laleş neyse, İstanbul’da severek ya da sevmeyerek yaşayan Emekçi Anadolu Halkları için de Taksim O’dur. Ve her şey birbirinin tekerrüründen ibarettir… Laleş’in, Osmanlının Tokadı denilen ama aslı astarda zulmü ile kanaması ile Taksim’in  reçetesiz yarınlara yollanması, aynı şarkının farklı ağızlığıdır.



Zalimin yıkarak ilk had aşma sınırını yaptığı Laleş’te, evet o Laleş’te Êzîdî’lere ibadetin yasaklanması neyse, Taksim’de Emekçilere 1 Mayıs’ın engellenmesi de  odur.



Mishefa Reş’e
yüzyıllar boyunca, elebaşı Osmanlı Devleti ve maşaları suni Kürtler ve de Araplar tarafından uygulana gelmiş faili belli kırım neyse; ‘hak ve halk’ diye derin hisler ve de sağlam bilinçlerle bizlere dostluğu fısıldayan kitapları yasaklayan tahtın torunlarının, yazılanlara tahammül edememesi de odur. Bilimi biraz da olsa körleştiren ama sanatı köleleştirmeye gücü yetmeyen zalimin, dağlara askeri-kentlere de polis botlarıyla basması, toplumcu insanları bir gül gibi dar ağaçlarında sallandırması, onları işkence dolu zindanlarda yalnızlaştırması ile Şêx Adî ve Ehlinin başına gelenler arasında hiçbir fark yoktur.



İlk çağdan bu yana insanın 30 küsüratlı öyküsü mevcuttur. Ve bu yaklaşık 36 öykü, sanırım 36’ydı, kurguda farklılıklar yaşayarak bugünden de düne aktarılacaklar. Zulüm, zalimin bugün ettikleri, de sadece dünün bugün giymişliğidir:



Ve Emek Sineması… Ve Hasankeyf…
Yerine baraj yapılacak diye başka bir yere taşınması için fırsatlarca saldırılan Hasankeyf ile para getirmiyor diye yıkılarak yerine muhtemel bir AVM kurulacak olan Emek Sineması arasında da hiçbir fark yoktur. Al barajlarını vur AVM’lerine… Dünün katilliğine çıkmış olanların ne barajlarını, ne de AVM’lerini istemiyoruz; sempatik vampir sermayenin canımıza ettikleri yetti…


Ve ben bağırıyorum, ey zulmünü inkara çıkmış zalim, bir yeri yurdundan taşıma! Taşıyorum, diyerek yıktığın kaç şey varsa bugünün hafızalarıdır, bugünü hafızasız-yarını temelsiz bırakamazsın! Taşıyacağım, dediğin hafızaları yıkıyorsun, bir yeri yurdundan taşıyacağına onu yarına taşısana! Olmuyor değil mi, para etmiyor… İster yıkar, istersem de yakarım, diyorsun, aldığın yüksek oylarına güveniyorsun değil mi? Efendi, aç insandan seçmen olmaz ve bu millet aştan, aşktan, güvenden yana aç; bu millet aç bir millet, biz aç bir milletiz… Seçmen olabilecek kadar tok olmayan bir milletin oyu da olmaz, ayıptır, yaptığın namussuzluktur. Ha aç insanların oylarıyla iktidar olmak, ha da köle pazarlarından hareme kadın satın almak! Arada hiçbir fark yoktur. Namusu bacak aralarında aramaya çıkmış, afyon yemiş vatandaşların çobanları, senin için milleti feda mı ediyorlar? ‘Şeref emektir ve patronların yardım ve yatakçısı olan  herkes şerefsizdir!’


Yurtlar yurttaşsız, anneler rahimsiz, şairler şiirsiz ve de kemanlar ellersiz olur mu hiç… Olmaz… Anadolu’nun birçok yerini inceleyin, yerleşim yerlerinin eski isimlerine bakın, bunların azımsanamayacak bir çoğunluğu Ermenice… Peki Ermeniler nerede…
Bir tek Anadolu’da mı kılıçlar ayrılığa kalkmış, hayır bütün dünya da… Anadolu dünyanın meydanıdır, Taksim Meydanı İstanbul için neyse, Anadolu da dünya için odur. Yurtlar var; var, var olmasına da…  Peki yurtların yurttaşları nerede? Piyanolar var, Fazıl Saylar Zindan yolunda… Kemanlar var ama Farid Farjadlar sürgünde! Kameralar var ama Bahman Gobadiler yasaklı! Sunni ayrılık; zulmün dünyaya dayattığı, sermayenin (yoz ve yobazlığın birikimi) kasası olan şatolar yıkılmasın diye yapılan, ama vicdanda hep kaybetmiş ve de kaybedecek bir kıyımdır! Hikayeler hep aynı hikayedir, Yunanistan’da kemençeleriyle yurtsuzluk yaşayan Trabzonlu Pontuslar ile Ermenilerin başına gelenler de aynı zulmün hikayesidir.     


İsveç’te, soğuk bir kasabada Mezopotamya’yı yazmış,  Mezopotamyalı yazar Mehmed Uzun…

Soğuk bir karanlığa hapsedilmiş halka, Tanrılardan  ateş çalarak, Tanrıcıkların öfkesini üstüne çekmiş Prometus …

Mîr’in zulmüyle köyünden kaçarak, Süphan Dağlı Evdalê Zeynîke’ye sığınmış Xecê û Sîyabend…

Diyarbakır’dan çok uzak olan Avrupa’da, Diyarbakır toprağını üstüne yorgan yapmış, yasaklı sürgünlüğünde hastalığın da amansızına yakalanmış Aram Tîgran… Ve daha niceleri… Bunların hiçbirinde uygulanan zulüm bir diğerine uygulanandan farklı değildir. Dedim ya dostlarım, öyküler tekrarlanıp dururken, zulmün öyküsü her çağda tektir.
Halimizden gelen ses buyken, gelelim tarihimizdeki en önemli yaşımıza, yani yaşadığımız ana… 1 Mayıs 2013…
ABD’li işçilerin ABD’li patronlara karşı ayaklanarak başlattıkları 1 Mayıs, 2012 Taksim’iyle dünyanın görmüş olduğu en büyük ikinciliğini yaşadı. Ve bu yıl… Bu yıl toplanacak olan 1 Mayıs, geçen yılkinden de büyük olmalıdır ve daha sonraki de bu yılkinden… Zaman çoğaldıkça, zulüm elbise provaları için kabinler kurdukça bizler de çoğalmalıyız.


Velhasılı kelam gelelim uzun yolun kervansarayına… 1 Mayıs, bayramdır… Bayramın yurdu, Taksim’dir… Bu yurdun yurttaşı da patronların polisli yıkım makineleri değil, emekçilerdir! Ve biz talan edilmiş yurdun yurttaşları, o yurtta bayram yapacağımızı söyleyerek, sözümüzü kutsuyoruz. Bayramımız kutlu olacak…


Yurtlar dolusu bir yurdu, yurttaşlarından uzaklaştırmak için kurtlu beyni sürekli komplo üreten devrilesi düzene lanet olsun, göğün ve yerin tek sakini olan aşk, kırlarda parmak uçlarımızdan ta içimize kadar yürüsün. Tragedyada Komedyalar yaratılsın, doğanın ta içinde ortak sofralar kurulsun… Bilen de bilmeyen de buyursun halaylara, bilmeyen kaç kişi varsa halayı, halayı halayda öğrensin! Meydan, yüreğin yiğitleştiği Demirci Kawa’nın tezgâhıdır! Ne halaylar dursun artık, ne de hiçbir yurt yuttaşınsız kalsın… Biz şarabımızı kutsadık da içeriz, Taksim Meydanı emekçin direnişle kazandığı şarabıdır, şarabımız yarının canıdır…


Ş i f a o l s u n …
 
 
 

Not: Bu Yazı Kaldıraç Dergisinin 143. Mayıs Sayısında Yayınlanmıştır.