YANGINLARIMIZDAN
                           KENDİMİZİ
                                    DOĞURMAMIZIN
                                             ZAMANIDIR
 







Ve…
Ve deyip yaşamın gölgesini yazıya düşürüyoruz.


Aylardan Hazirandır, 2013 Haziran.. Koyunlar doğurdu, köylüler yaylalarda, okullar tatil, polisler şaşkın, karakollar tıklım tıklım direnişçi dolu. Karakollar bu kadar kısa sürede, bu kadar renkli direnişçiyle karşılaşmış mıydı? Ve İstanbul’un tam ortasındaki bir park, defalarca doğurdu… Her park 'biraz' Gezi şimdi... Neymiş demek ki; insanları Gezi Parkından çıkarabilirler, ama insanları kendi içlerindeki  Gezi Parkından çıkaramazlar. Kim nereye gitse 'Gezi Parkını' da kendisiyle götürüyor. İçimizdeki Gezi Parklarını çoğaltmamızın zamanıdır, insan beynine girmenin bir yolunu bulmalı, atomu parçalamaktan da zor olan işlere girişmeliyiz, zaman ayak tırnaklarından saç tellerine kadar direnmenin zamanıdır. Zaman başka beyinlere de Gezi Parkı ekmenin zamanıdır.



Marifette felç geçirmiş W. Fridrich Nietzsche’nin canına rahmet, kanatlı milyonlarca insan, uçurumları sevmeye çoğaldı. MHP’li bir arkadaşım söyledi, adı Süleyman, anası ona sürekli bu ninniyi okurmuş. 'Yabancılarla konuşma e’mi benim tosun oğlum Süleyman.' Ve bu adam yıllarca, onyıllarca yabancılarla konuşmadı, bu adam kendi erkekliğini, suniliğini, Türklüğünü o kadar berileştirdi ki, karşısında ne var ne yoksa, her şeyi, herkesi ötekileştirdikçe ötekileştirdi. Ve Gezi Parkı miladından sonra,  'Aldatılmış anama aldanmışım, asıl ben kendimi aldatmışım' diyor.


N’olacak bu durum Sülo, diye soruyoruz, Sülo bize bakıyor, sonra sapından ha düştü ha düşecek karanfilini gösteriyor:

Karanfillerimizi alıp Taksim’e gittik bu akşam, bir Karanfil eylemi yapıp dağılacaktık, lakin polis bize saldırdı, tomadan sıkılan su karanfilimin boynunu kırdı, benim bir amcaoğlum da polistir, onunla da konuştum, emir kuluyuz ne yapalım, diyor. Ben de ona, batsın bu dünya, batsın emirler, batsın kulluk, dedim.  Sülo sessiz, Sülo ayazı geçmiş uyanık bir adam ve 'Gezi Parkından bizi çıkardılar, tamam da, peki bizim içimizdeki Gezi Parkından da bizi çıkarabilecekler mi' diye söyleniyor. Sülo 'Taksim' diyor, Taksim’de gösterici kılığında provakasyon yapan polislerin olduğunu, vallah-billah çekerek, sanki bu durumun tek şahidi kendisiymiş gibi, bu durumu biz de bilelim diye konuşmasında ısrar ediyor: ‘Polis polisle çatıştı, ortalığı karıştırıp bizleri lanetleyecekti, ama vallahi de billahi de polisle çatışan göstericiler değil, sivil polislerdi’ diyor. Sülo böyle dedi.. Sülo bir direnişçi, sırt çantası var, sırt çantasından sigara değil de tütün tabakası çıkarıyor, sarılı sigarasını dudaklarına yaklaştırıp oldukça mahcup bir şekilde bize bakıyor. ‘Doğuda da yıllarca kontragerila köyleri basmış, ama bu basın bizi aldattı! Asker kendi yaptığını bölge halkının üstüne yıkmaya çalıştı! Taksim’de 30 gün kaldım, 30 yıldır Doğuda devam eden savaşı anladım! Abi bu adamların birbirinden farkı yok ki, dün askerdiler, bugünse polis! Dün kırmızıydılar, bugün yeşil! Ben bir Kürd olsam,  hakkımı helal etmezdim herhalde, ama yine de Kürd Kardeşlerimden özür diliyorum, af istiyorum.’ Sülo basından bahsetmişti, ülke yanarken alakasız görüntülerle halkı afyonlayan medyadan..
 


Anadolu;  Hakkari derdik sana, sen bizi anlamaz, biz ise sana küserdik... 
Medya yalan söyler derdik,
köyün saklı yerlerinde çanak kurar,
köyümüzün halini Avrupa'dan dinlerdik...
Bizim Mısto köyünde kendi köyüne, Micheal’in kentinden az mı baktı. 
Anladın mı şimdi Anadolu, anladın mı Hakkari'yi!
Anadolu; biraz Hakkari'dir artık, bütün kanalları peşkeş bir efendinin asi kölesidir..
 


Rutubet dolu gecelerin kentinden ve her gün insan kusan kentten, İstanbul’dan bahsediyor Sülo ve her yerin İstanbul olmaya doğru gittiğini söylerken, İstanbul’un da her gün daha da onarılmaz yollara bilet kestiğinden bahsediyor. ‘Bugün musluklara içecek su için filtre  takıyoruz, yarın içecek su elde edemeyeceğiz, o zaman da yıkanacak su için.. Ve daha sonra.. Ya hava!. Sülo; hava, su diye bağıra bağıra uzaklaşıyor, Erasmus’un canına rahmet, yoksa bizim Sülo delirdi mi? Delirdi diye düşünürken, Sülo, Belkin ELVAN olup geri geldi, gözleri yaşlı, dişleri sıkılıydı, hiçbirimiz konuşmayacak şimdi, bir çocuk konuşacak ve biz biraz da çocukları dinleyeceğiz:
 


...Adım Berkin Elvan. Henüz 14 yaşındayım ve 14 günden daha uzun bir zamandır komadayım. Her şey ekmek almak üzere sokağa çıkmamla başladı, aslında her şey ben sokağa çıkmadan çok önce başlamıştı da, benim yaşamla ölüm arasında sıkışıp kalmam sokağa çıktığım an başladı. Durun da anlatayım:



''Eğitim ve sağlık sisteminin tutarsızlığından tutun da, Roboskî olayına, oradan tutun da Reyhanlı’ya, oradan da HES yapımlarına, baraj ve AVM inşaatlarına kadar, iktidarlı-güçlü amcalarımızın zulüm yapmadığı pek bir alan kalmamıştı. Bu doğaya ve insana işlenen zulme karşı, gençlerin başlattığı ‘artık yeter’ zararsız eylemleri yine her zamanki gibi devletin kitaplarda yazan şefkatli yüzü ile karşılanmamış, tam aksine silahlı güçlerince hedef alınmıştı. Ben ekmek almak için sokağa yöneldiğim sırada, iktidar amcaların güvenliği olan polis ağabeyler her yere silahlarla ateş ediyorlardı. Çok korktum, nefes almakta zorlanıyordum, biber gazı yasaklanmalıdır, çünkü biber gazı çocukları öldürüyor! Evet ölümle tanışmak için çok küçük olabilirim, ama ölüm denilen kaosla o hengamede selamlaştım. Daha sonraki gün iktidar amcaların reklam yerleri olmayan az sayıda kalmış gazetelerde şu haber yayınlanacaktı:


Emirle, dün akşam vahşi bir polis saldırısının yaşandığı İstanbul'da, başına gaz kapsülü isabet eden 14 yaşındaki Berkin Elvan ölümle pençeleşiyor. Dün gece Okmeydanı'nda, polisin müdahalesi sırasında 14 yaşındaki Berkin Elvan ağır yaralandı. Polisin attığı gaz bombasının fişeği başına saplanan Elvan, Okmeydanı Eğitim Araştırma Hastanesinde ameliyata alındı. Başındaki gaz fişeğini çıkaran doktorlar beyine kan dolduğunu ve hayati tehlikenin olduğunu bildirdi. Öte yandan polisin hastaneyi basarak Elvan'ın kanlı giysilerini ve eşyalarını almak istediği ve aile vermeyince tehdit ettiği iddia ediliyor. Avukatlar hastaneye doğru yola çıktılar.
 
Sevgili büyüklerim, Ceylan ÖNKOL’u herkes duymuştur, ne yazık ki çoğunluğunuz Ceylan’a yapılan zulmü dinlemekten ziyade sadece duydu. Benim KENTTE  polisin gaz bombasının fişeği ile ölüme yollanmam ile, Ceylan’ın OVADA askerin havan mermisi ile öldürülmesi arasında hiçbir fark yoktur. Zulmün elbiseleri farklı olabilir ama içindeki kahrolası beden birdir. Beni Ceylan’la bir arada anladığınız zaman şüphe yok ki Anadolu insanı dünyaya yön verecek ve zulme karşı isyan meşalesini dünyanın en güçlü yerinden yakmış olacaktır. Anadolu Halkları, kendi içlerinde empati oluşturdukları zaman, evet işte o zaman bir devrimden söz edebilirler. Şuan boyumdan büyük sözler ettiğimi düşünebilirsiniz ve bunu düşünürken şunu da unutmayın: Boyuna bakmadan herkese saldıran vahşi iktidarlar var ortada! Asıl şaşırmanız gereken ben değil, o iktidarlardır, iktidarları sevmiyorum, çünkü çocuklar oyun oynamasınlar diye çocukları öldürüyorlar!


Hem o iktidar nerede var ise, evet o iktidarlar yalancıdır! Kan içindeki bir camiye, polis ve gazeteci ağabeyler sonradan içki şişeleri getirip orada içki içildiğini anlattılar. Orada herkes yaralıyken, iftira atıp orada fuhuş yapıldığını yaydılar. Ama o camiinin imamı bu duruma ortak olmayacağını ve iddia edilenin asla olmadığını söyledi. İmam amca bunları söylediği için de onun hakkında soruşturma başlattılar. Bir tek imam amca mı yalancıları sobelemişti? Hayır, kendi milletvekilleri, hatta eski bakanları da iktidarın yalancı ve oyun bıçaklayan bir hayırsız olduğunu defalarca bağırdı, ama o iktidar amcaların emrinde çalışan basın-yayın organları iktidar amcanın istediğin dışında hiçbir şey yayınlamadı.
Gazeteler ve Televizyonlara da küstüm, yalan söylüyorlar, oysa Uğur MUMCU, Musa ANTER ve Hrant DİNK Amca sağ olsaydı bu durumu böyle mi anlatırdı, Mumcu, Anter ve Dink Amcanın güya arkadaşları olduklarını söyleyen televizyoncu ve gazeteci büyüklerime de küstüm, barışmam, hep barışalım diye bizi kandırdılar, ama ne zaman barışsak, yine aynı davranışlarını devam ettirdiler.


Adım Berkin Elvan. Henüz 14 yaşındayım ve 14 günden daha uzun bir zamandır komadayım. Okmeydanı Araştırma Hastanesinde çocuk ömrüm can çekişiyor, iktidar amcaları affetmiyorum…/ ''


Ceylan ÖNKOL’dan bahsetti Berkin, Ceylan Lice’de vurulmuştu, o Lice ki yaraları pansuman tutmaz, kendisi ise küskündür. O Lice’ki taze ömrü sırtından vurulmuş bir Medeni’dir..


Karakollarla taranmış bir ülkenin, anadilini serçe parmağıyla tutan çocuklarıyız. Barış diyenler, savaşa mola vermiş, en hassas noktamızla bir kez daha bizi vurmuşlar. Barış dedikleri, karakolları çoğaltmak için zaman kazanılsın diye yapılmış bir savaş stratejisi miydi? Hem karakollar neden yapılır ki, Sümerlerin yazıyı buldukları topraklar silahlarla süslenebilir mi, bir yurdun öznesi yurdu hakkında söz sahibi değilken, o özne karakol istemezken, ‘’Ankaradakilerin’’ ne haddine!
Anlatmak, anlamak, anlaşmak devrimse, devrim ne zaman olacak? Devrim olsun diye daha kaç kez öleceğiz? Ölümlerle sofralar mı kurulur, kanla kurulan sofralardan alınan azıklar gırtlaklara küsmez mi? Küse öle direnen bir halk, ‘zeytin dalsız’ küstüğünde, küstürüp öldürtenleri affeder mi?


Ha AVM’ler, ha da karakollar demedik mi? Kentlerde AVM’ler türesin diye dağlara karakollar dizilmiyor mu? Ölüyoruz, dünyanın başka bir yerinde olsaydım Kürd olmazdım, mesela Suni, erkek ve Türk olduklarını söyleyenler ezilseydiler ‘ben onlarım’ derdim, ama adları batsın ki, ezilmiyor, aksine eziyorlar, bu yüzden iki kez Kürdüm, iki kez Kürdüz! Burası Türkiye, ben iki defa Kürdüm. Hep Kürd’den anlayış beklendi, Gezi Parkında ‘Kürd Memed Nöbete’’, Çanakkale’de ‘Kürd Memed Nöbete!’ Hadi biraz da Kürd Memed için, Kürd Memed’in nöbet tuttuğu herkes, her şey nöbete gelsin.
Hadi!


Lice’de kalekol yapımına karşı sitem eden halk sırtından vuruldu, hadi Lice için de nöbete!


Tamam da, Lice için, Sülo için, Berkin için, karıncalar ve karanfiller için nöbet tutacak kadar sağlam reçetelerimiz var mı, bugüne kadar kullandığımız reçeteler yetersiz olamaz mı, peki reçetelerimizi nasıl  yarının dermanı, dünün ruhu ve bugünün eylemi kılacağız, nasıl?


O herkes eski herkes olmaktan sıyrılsın bi kere. Mesela solcular. Solcular 40 yıllık Sollarını yakıp, kendilerini küllerinden yaratmalıdır, zamanıdır. 40 yıldır kendilerinin de ezberlenmekten bıktığı 40 sloganımız, 31 Mayıs’tan bu yana çoğaldıkça çoğaldı, bence sosyologlar bu slogan olayını ciddiye almalılar,  bütün sosyologları göreve çağırıyoruz, 31 Mayıs 2013’e kadar olan sloganları ayrı bir liste yapıp, hemen yanına da 31 Mayıs’tan sonra keşfedilen sloganları yazmalılar. Sonuç şu çıkacak, sol  az biraz kenara çekilip, öz eleştirisini vermelidir. Bir resmiyet içinde değil de, oynayarak direnen çocuklardan dersler çıkarmalı ve alfabede ses bırakmayan sol franksiyonların en iyisinden en kötüsüne kadar sol, kendisini yenilemelidir. Mesela tüzüklerinde insan-doğa ilişkisini en önlere almalı, insan-insan ilişkisi üzerinden yaratıcılıklarını dondurmaktan vazgeçmeli. Sülolar kar uykularından uyansın diye.. Kürd Memedler nöbette öldürülmesin diye.. Berkinler, Ceylanlar vurulmasın diye..



Tekrar toplanmalar…
Ezber Yaratıcılıklar…
Ve demokratik hiyerarşi(!)
 


Kuru sofralar,
Zaman israfı,
Enerji Kaybı!
Herkesin solunu yakmasının, yangınlarından kendisini doğurmasının zamanıdır!
Zaman biraz da arkadan yürüyüp, doğaçlamanın peşinden koşmanın zamanıdır!
 


Yeter, 40 yılda 40 yıpranmış slogan!
Yeter, solda sağ ayakları…
Çocukların gözlerinden öperim,
9 köyün yapamadığını 10. KÖYÜN ÇOCUKLARI YAPTILAR!