Vaktiyle tutuculaştırılan bu ülkelerdeki Müslüman potansiyel ve radikal İslamcı direniş şimdilerde Batıyı kara kara düşündürüyor. Batı kendi yarattığı “canavarla” baş etmeye çalışıyor. Çünkü Batının bir zamanlar sorunsuz sömürdüğü bu ülkelerde kurulan dini örgütler artık küresel sermayenin çıkarlarına çomak sokuyor. Evcilleştirilen Müslümanlığın yerini direnen Müslümanlık alıyor.
Bazen kişinin kendi ettiği kendi başını yakarmış. Bu durum devletler için de geçerlidir. Bazı devletlerin bir süreliğine de olsa çıkar sağladığı bir siyasal proje sonradan başına bela olabiliyor. Bununla ilgili birçok örnek sıralayabiliriz ancak konumuz antikomünist projeler ve ortaya çıkardığı sonuçlar olduğundan meseleye özellikle Batılı devletler bağlamında bakacağız. Bilindiği gibi vaktiyle bu tür projelere destek veren Batının (Avrupa ve ABD) başı şimdilerde çok fena ağrıyor.  İsterseniz konuya geniş bir açıdan bakarak anlamaya çalışalım. 

Geçtiğimiz iki yüzyılda (19. ve 20. yy) parlak bir dönem yaşayan Batının geçmişi hiç de masum değil. Özellikle Avrupa, pusulanın bulunmasıyla (15.yy) deniz aşırı topraklarda ciddi bir egemenlik sağladı. Keşfedilen yeni topraklardaki (henüz tarihsel sürecin erken dönemlerini yaşayan) savunmasız kabileleri baskı altına alarak köleleştirdi ve buralardaki yer altı ve yer üstü zenginliklerini kendi ülkesine taşıdı. Merkeze taşınan bu zenginliklerle palazlanan kapitalizm, ekonomik altyapısını kolayca oluşturdu. Kapitalist sermayenin ortaya çıkmasıyla atölyeler, fabrikalar açıldı ve çarklar burjuva sınıfı için dönmeye başladı. Sermaye birikimini tamamlayan Batılı ülkeler bu kez yatırımlarını çevre ülkelere kaydırmaya başladılar. Sermaye ihracı ve yeni pazar arayışı kapitalizmin yeni yayılma aracı oldu.
Ancak bu emperyalist ekonomiler, yer altı kaynaklarını ve pazar alanlarını paylaşma noktasında bu kez birbirleriyle savaşa tutuştular. Birinci (1914-1918) ve ikinci (1939-1945) pazar paylaşım savaşlarında milyonlarca (yaklaşık 60 milyon) emekçi can verdi. Öte yandan Kore savaşında 4, Vietnam savaşında 3, Cezayir ve Libya savaşlarında ise 2,5 milyon insan katledildi.
Sovyetlerin tarih sahnesinden çekilmesiyle bu ülkeye vaktiyle bağlı olan toplumlar Batının istilasına uğradı. 1991’den bu yana yapılan Ortadoğu savaşlarında 2 milyon insan kızgın çöllere gömüldü. Batı dünyasının yaptıkları sadece bunlardan ibaret değildi. Daha önceki yüzyıllarda Amerikan yerlileri (50 milyon) yok edildi, ardından Afrika insanı yüzyılları bulan bir köleleştirme sürecine dâhil edildi.
Ancak Batının İslam’la da bir hesabı vardı. Emevi, Abbasi, Selçuklu, Eyyübi ve Osmanlıyla başlayan süreçte parlak bir uygarlık yaşayan Müslüman halklara karşın Avrupa karanlık içindeydi. Her ne kadar Haçlı Seferleriyle kutsal toprakları (Ortadoğu) ele geçirmeye çalışmışsa da başarılı olamamıştı. Üstüne üstlük İslamiyet’in kendi topraklarına (Avrupa’ya) kadar yayılmasını engelleyememişti.
Osmanlının çöküşe sürüklenmesinden sonra rüzgâr bu kez tersten esmeye başladı. Özellikle Birinci Dünya Savaşından hemen önceki dönemde Müslümanlaşmış toplumlar Batılı güçlerce baskı altına alındı. Yeni sanayinin can damarı olan petrolün Osmanlının elinde olması bu imparatorluğun parçalanmasını tetikledi ve 1920’lere gelindiğinde Osmanlı devleti saldırılara dayanamayarak parçalandı. İslam dünyasının koruyucusu konumunda olan Osmanlının yıkılmasıyla birlikte kırkı aşkın devlet kuruldu. Sadece Arap yarımadasında aynı etnik kökten gelen koca bir Arap toplumu yirmiye yakın devlete bölündü. Kurulan bu devletlerin veya devletçiklerin birçoğunda Batıyla işbirliğini benimseyen hükümetler işbaşına getirildi. Bir petrol denizinin üstünde oturan Müslüman topluluklar askeri ve ekonomik bakımdan kontrol altına alınarak biçimlendirildi. Böylece söz dinleyen, adeta iğdiş edilmiş bir Müslümanlık çıktı ortaya.
Fakat 30-40 yıl sonra bu ülkelerde batıya karşı homurdanmalar başladı. Türkiye’deki laik devletçi sistemden etkilenen bazı ülkelerde Basçılık (devletçi-laik yönetim) güçlenerek iktidara geldi; Mısır’da Nasır, Suriye’de Esad, Irak’ta ise Saddam Hüseyin. Ne var ki devletçiliğe ve ulusalcılığa kayış aynı zamanda Avrupa’nın ve ABD’nin düşmanlığını kazanmak demekti.  (Aslında ilk Basçı devlet Türkiye Cumhuriyetiydi ve 1950’den sonra bu ülke NATO içine alınmak suretiyle kontrol edilir bir konuma getirilmişti.) Basçı laik rejimlerden (Mısır, Suriye, Irak, Libya, Cezayir ve Yemen) Mısır, 1977’de İsrail’le yaptığı Camp Davit antlaşmasıyla batı cephesine dâhil oldu. Ancak Suriye, Irak, Cezayir ve Yemen devletçi ve laik yapılarını korumayı sürdürdüler. İslam kimliğini koruyarak Batı karşıtlığını sürdüren tek devlet ise Libya’ydı.
Kuşkusuz bu yapıların arkasında güçlü Sovyetler Birliği durduğu için Batı dünyasının askeri saldırısından o dönem için korunuyorlardı. Fakat Sovyetlerin 1990’da yıkılmasından sonra bu toplumlar sahipsiz kaldılar. Korumasız kalan bu devletçi laik ülkelere boyun eğdirebilmek için saldırılar hız kazandı. 1990’da önce Cezayir bir iç savaşa sürüklendirildi. Ardından 1991 baharında Irak (ikinci saldırı 2003’te geldi), 2011 başlarında ise Libya vuruldu. 2011 sonlarında da Suriye iç savaşı çıkarıldı. Ancak daha önceden (2001) Afganistan işgal edilmiş ve Yemen iç savaşa sürüklendirilmişti.
Saldırıya uğrayan ve iç kargaşaya sürüklenen bu ülkeler 1920’lerdeki düzenlemeden sonra hizadan çıkan ülkelerdi ve yeniden Batının dümen suyuna göre tasarımlanmaları gerekirdi. İlginçtir bu ülkelerdeki (Libya hariç ki bu ülke anti laik İslami sosyalizmle yönetiliyordu ve Batı karşıtıydı) laik rejimlerden Batı hiçbir zaman hoşlanmadı. Laiklik Müslüman ülkelerin nesine gerekti! Laiklik ileri toplum yapısının bir ürünüydü ve sadece Hıristiyan toplumlar bundan yararlanabilirdi. Müslümanlarsa ilkel toplumlardan oluşmuştu ve laiklik onlara göre değildi! Eski Roma’da demokrasinin seçkinler için yaratılması gibi laikliğe de demokrasiye de ancak Batılı seçkin toplumlar uygundu ve onu yaşama hakkı yalnızca onlara aitti. İşgal edilen ve kargaşaya sürüklenen bu ülkelerin bir kısmında laik rejimler değil, ılımlı İslam (yani söz dinleyen İslam) getirilmeliydi ve nitekim öyle oldu.
Ancak biraz gerilerden bakarsak Batının Müslüman toplumları muhafazakârlaştırmasının gerçek nedenine ulaşabiliriz. 1920’lerden itibaren Müslüman ülkelerde komünizm tehdidine karşı Ilımlı İslam’ı toplumsal model olarak benimseyen yönetimler oluşturuldu. Batı Avrupa ve ABD yönetimleri bu işin başını çekiyordu. Pakistan ve Afganistan’dan başlayarak Türkiye’ye kadar uzanan kuşakta antikomünist İslamcı yönetimler korundu ve kollandı. Böylece komünizm karşıtı tarikatların ve dinci örgütlerin yapılanmasına ve geliştirilmesine olanak verildi. Bu tutucu (muhafazakâr) örgütler toplumda örgütlü olduğu müddetçe komünizm bu topraklarda ilerleyemezdi. Nitekim bu yapılar toplumu sola ve sosyalizme karşı ciddi anlamda örgütlemeyi başardılar. Bu durum uzun yıllar devam etti ve toplumlar muhafazakârlaştırıldı. Bu, sola ve Sovyetler Birliğine karşı bir projeydi ve büyük ölçüde başarılı oldu.
Sürecin sonunda Müslüman ülkelerdeki halk kitleleri sağa kaydırıldı. Fakat 1990’la birlikte yıkılan sosyalizmin ardından bu politikadan uzaklaşıldı. Çünkü Doğu Bloğu çökmüş, sosyalizm itibarsızlaştırılmıştı. Ancak olan olmuş toplumlar büyük oranda dindarlaştırılmıştı. Doğu Bloğunun çökmesinden ve sosyalizmin itibarsızlaştırılmasından sonra Batının doğuya karşı saldırısı daha bir arttı. Ne var ki küreselleşme adı altında sürdürülen yayılmacılık bu Müslüman toplumlarda antiemperyalist duyguları yeniden canlandırdı. Geçmiş yıllarda antiemperyalist mücadeleyi örgütleyen sosyalistler bu kez yoktu. Fakat emperyalizm karşıtlığının bir ideolojiye ihtiyacı vardı; bu da radikal İslam’dan başkası olamazdı! Yani Müslüman ülkelerde antiemperyalizm duygusu İslam’a sarılıyordu. Üstelik toplumların kültürel yapısı buna uygundu; çünkü vaktiyle yeşil kuşak adı altında bizzat Batı tarafından büyük çabalarla muhafazakârlaştırılmıştı. Radikal İslam’ın bu muhafazakâr toplumdan beslenmesi hiç de zor olmayacaktı.  
Böylece Batıyla İslam’ın çatışması başlamış oldu. Dün komünizme karşı omuz omuza dövüşenler bugün birbirlerini hedefe koymuş görünüyorlar. Kısacası Batı, Müslüman ülkelerdeki sömürüsünü devam ettirebilmek için eski müttefikini (İslam’ı) yok etmek zorunda kalıyor. Radikal İslam da, bir zamanlar sosyalizme (komünizme) karşı birlikte mücadele verdiği Batıyı topraklarından kovmaya çalışıyor (Taliban’ın ABD’yi Afganistan’dan kovması gibi).
Vaktiyle tutuculaştırılan bu ülkelerdeki Müslüman potansiyel ve radikal İslamcı direniş şimdilerde Batıyı kara kara düşündürüyor. Batı kendi yarattığı “canavarla” baş etmeye çalışıyor. Çünkü Batının bir zamanlar sorunsuz sömürdüğü bu ülkelerde kurulan dini örgütler artık küresel sermayenin çıkarlarına çomak sokuyor. Evcilleştirilen Müslümanlığın yerini direnen Müslümanlık alıyor.
 
Sonuç:
Elli yılı aşkın bir sürede muhafazakârlaştırılan bu toplumlar bugün daha ziyade sağa savrulmuş gözüküyorlar. Muhafazakârlaştırmanın dozu o derece arttırılmış ki artık Müslümanlar bu cendereden aydınlık projeler üreterek çıkmayı beceremiyorlar. Hatta dinsel radikalleşmeyle karanlık bir geleceğe savrulduklarının farkında bile değiller. Oysa Fransız Devrimiyle birlikte ortaya çıkan laiklik kavramını içselleştiren Batı Avrupa,  kısa sürede bilimsel ve teknolojik yapılaşmanın lokomotifi konumuna geldi. Bu kavramı benimsemeleri doğru bir tutumdu, çünkü gelişmenin ve özgürleşmenin yolu laiklikten geçmekteydi. Nitekim Avrupa laiklik sayesinde büyük bir atılım gerçekleştirerek ligin en üst sıralarına yerleşmeyi başardı. Doğu toplumları nasıl ki bazı teknolojik formülleri batıdan alıyorlarsa laikliği de aynı duygularla almalıdırlar. Bunun yadırganacak bir tarafı yoktur. Nihayetinde laiklik sorgulamayı ve toplumsal özgürleşmeyi getirecektir.
Sonuç olarak Batı toplumlarının gelişmesi için geçerli olan laiklik formülü Müslüman toplumlar için de geçerlidir. Çünkü laiklik evrensel bir aşamadır ve günü geldiğinde her toplum bu evreyi yaşamak zorunda kalacaktır; bu kaçınılmaz tarihsel bir süreçtir. Öte yandan antiemperyalizm, Marksist söylemin ürettiği bir kavramdır. Bugün küresel saldırı bu laik kavramla (antiemperyalizm) püskürtülebilir. Küreselciliğin altarnatifi radikal dincilik olamaz. Kapitalizmi aşan bir sosyal kavramla bu saldırıya karşı durulabilir ancak. Şeriat ve dinsel radikalizm bir ortaçağ kavramı olduğundan küreselciliğin altarnatifini üretme yeteneğinden yoksundur. Feodalizmin ve kapitalizmin eleştirisine dayanmayan hiç bir düşünsel çerçeve bu mücadeleyi kazanamaz. Özgür yarınlar kurabilmek bu nesnel gerçekliği görebilmekten geçmektedir.
   
        
 
                                                                                                                                   Eyyüp ALTUN