İki yüz yıl önce bin sözcükle konuşan ulusal topluluklar bugün yüz binleri aşan bir sözcük miktarıyla konuşmakta ve yazmaktadır. Çünkü insanlığın gelişim seyrine koşut olarak her geçen gün diller büyümekte ve gelişmektedir. Bu gelişmeyi takip eden diller ayakta kalır, edemeyenler tarihi süreç içinde yok olup gider.

Kısa bir süre gündemi işgal eden ama bu günlerde unutulmaya yaz tutmuş bir sorun üzerine biraz daha yoğunlaşmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Son günlerde ortaya atılan Osmanlıcanın ders olarak okutulması konusu ulusal dil sorununu yeniden tartışmaya açtı. Aslında kullandığımız dil mevcut haliyle toplumda sorun teşkil etmemektedir, ancak Türkiye’nin bir ulusal dil problemi olduğu yanılsamasını yaratıp bu noktadan itirazda bulunan çevreler olabilir. Kaldı ki Türkiye ulusal dilin ne olması gerektiği konusunu bu yüzyılın başında tartışıp karara bağlamış bulunmaktadır. Ve bu dil Türkiye halkı tarafından tartışmaya mahal vermeyecek bir şekilde benimsenmiştir.

Bilindiği üzere Selçuklular İran ülkesini ele geçirdikten az bir zaman sonra Farsçayı devlet dili olarak kullandılar. Oğuz Türkçesi ilk kez o zaman büyük bir darbe yedi. Mevcut Selçuklu iktidarları kendi dillerini geliştirmek yerine hazır bir edebiyat dili olan Farsçayı benimseme kolaycılığına kaçmışlardı. Dolayısıyla Türkçeye ilgi gösterilmedi. Bu tutum Türkçe açısından talihsiz bir dönemin başlangıcıydı ve Türk diline büyük zararlar verdi.

Osmanlıya gelindiğinde yönetim erki ve çevresindeki seçkinler daha ziyade Farsçanın ve Arapçanın etkisinde kalmışlardı. O dönem itibariyle Türkçe her şeye karşın Anadolu halkının (Kürtler ve Araplar hariç) neredeyse yüzde doksanı tarafından kullanılmaktaydı. Osmanlının ilerleyen dönemlerinde ise -halka rağmen- Arapça, Farsça ve Türkçeden oluşan yeni bir dil (Osmanlıca) icat edildi. Ne var ki Selçukludan Osmanlının son dönemine kadar geçen bin yıllık sürede ne Farsça ne Arapça ne de Osmanlıca Türk halkı tarafından benimsendi. Anadolu Türk halkına bu derece yabancı bir dili yüzyıllarca gündemde tutmak bu halka yapılmış en büyük kötülüklerden biriydi.

O dönem itibariyle devletin ilgilenmediği Türkmen (Oğuz) Türkçesi halk arasında konuşulmaya devam etmiştir, ancak bu eski dilin edebiyat, tarih ve bilim dili olması yönünde her hangi bir çaba içine girilmemiştir. Gerçi halk yazın çevresi ve Anadolu’nun bağrında yetişen şairler ve ozanlar çoğunlukla eserlerini Türkçe söylemiş ve yazmışlardı ancak çok güçlü edebiyat akımları yaratamamışlardı. Oysa diller, varlığını şöyle böyle korur ancak kendiliğinden gelişemez. Edebiyatçılar, dilbilimciler ve devletin çabaları dili geliştirir, güzelleştirir ve yayar.  

Onların yapamadıkları Cumhuriyetin başında yapıldı. Öksüz kalan Türkçenin imdadına Atatürk yetişti. 1920’lerin ortalarından sonra başlattığı seferberlikle bin yıl gibi uzun bir süre baskı altında tutulan Türkçeyi geliştirme başarısını göstererek bu dilin ölmediğini yaşadığını bütün dünyaya kanıtladı. Onların bin yılda yapamadığını Atatürk on yılda yapmıştı. Aslında Atatürk’ün işi zor değildi. Çünkü Anadolu Türk halkı ve diğer etnik topluluklar bu dile zaten aşinaydılar. Oysa Selçuklu ve Osmanlı egemenleri halkın yabancı olduğu bir dili yüzyıllarca Anadolu toplumuna dayatmışlardı. Atatürk’ün çabalarına benzer bir çabayı Selçuklu ya da Osmanlı göstermiş olsaydı, bugün Türkçe çok daha geniş bir coğrafya konuşulur hale gelecekti.

Kuşkusuz Türkçe Atatürk’ten sonra yeni sözcüklerle zenginleştirilmiştir. Bunun böyle olması doğaldır; zira dil yaşayan ve büyüyen bir organizma gibidir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler oranında her yıl insanlığın gündemine giren binlerce kavram ve sözcük vardır. Bunların ulusal dildeki karşılığını bulma ve bunu topluma benimsetme dilin yaşaması bakımından kaçınılmazdır. İki yüz yıl önce bin sözcükle konuşan ulusal topluluklar bugün yüz binleri aşan bir sözcük miktarıyla konuşmakta ve yazmaktadır. Çünkü insanlığın gelişim seyrine koşut olarak her geçen gün diller büyümekte ve gelişmektedir. Bu gelişmeyi takip eden diller ayakta kalır, edemeyenler tarihi süreç içinde yok olup gider.

Elbette tarihi kaynakları okuyabilmek için Osmanlıca bilen kadrolara ihtiyaç vardır. Bu dilin eğitiminin verilmesi anlaşılır bir şeydir. Fakat bu dili Türkçeyi öteleyerek yapmak art niyetli bir yaklaşımdır ki bu da derin bir kültürel kargaşaya neden olur. Şunu da söylemeliyiz ki Osmanlının bütün kültürel değerlerini bugüne uyarlamaya kalkmak gerçekçi bir politika olmaz. Geçmiş geçmişte durmalı, bugüne sadece deneyimleri kalmalıdır. Osmanlıca, bugünkü gelişmeler dikkate alındığında yüz yıl ötelerde kalmış yetersiz bir dildir. Türkçenin ise kullanım alanı günden güne büyümektedir.

Marks’ın, Comte’un, Hegel’in, Freud’un ve diğer felsefi ve bilim çevrelerinin kitapları Türkçeye çevrilebiliyorsa burada biz neyi tartışıyoruz! Ayrıca İbni Sina, Biruni, Ömer Hayyam, Farabi, İbni Haldun gibi filozofların, İmam Gazali, Mevlana ve diğer tasavvufçu şahsiyetlerin kitapları Türkçeye çevriliyorsa bu dili yetersiz göstermeye kimin ne hakkı var! Aynı zamanda çevrilen bu evrensel metinler okullarda okutulup buralardan bilim adamı yetişiyorsa bu durum bir dilin kendini ispatının en önemli kanıtı değil midir? Kaldı ki bugün Türkçe sadece Türkiye’de değil Kafkasya’dan Ortadoğu’ya, Balkanlardan Asya’ya yarım milyar insanın konuştuğu dünyanın büyük dillerinden biridir. Nesnel durum böyleyken Türkçeyi zayıf bir dil olarak göstermek gülünç değildir de nedir?

 

                                                                                                                           Eyyüp ALTUN