Başbakan 8 Ekimde yaşananları vandallık olarak nitelendirdi. Sözcük anlamı itibariyle vandallık, yakıp yıkan, taş üstünde taş bırakmayan, kurulu şehri yok ederek kullanılmaz hale getiren bir yöntemi ifade ediyor. Adını, 455 yılında Roma’yı yağmalayan, yakıp yıkan Cermen kökenli bir Slav topluluğundan (Vandallar) alan vandallık bir yok etme yöntemidir ve tarih boyunca buna eğilim göstermiş bazı topluluklar mevcuttur.
Evet, vandallık bir yeri ele geçirmede uygulamaya konulan en vahşi yöntemdir. O nedenle bu eylem türünün halkta sempati yaratması düşünülemez. Ne yazık ki birçok yerleşim yerinde benzer eylemler yapılmıştır ve bu eylemler ardında sayısız mağdur insan bırakmıştır. Bütün bunlar vandallık olarak nitelendiriliyor ama gerçekte vandallık kimden mirastır? Şöyle belleklerimizi biraz yoklayarak yakın tarihe bir yolculuk yapalım ve olanların sosyolojisini çıkarmaya çalışalım.
PKK’nin bölgede kitlesel güç kazandığı 1991 yılından sonra devletçe geliştirilen bir saldırı konsepti devreye sokuldu. Aydınlar, siyasetçiler, insan hakları çalışanları ya da siyasal örgüte gönül verenler veya sempati duyanlar kanun dışı bir yöntemle kaçırılıp öldürüldü. Şehirler yıkıldı (ki Şırnak bunlardan biriydi), köyler haritadan silindi.
PKK’nin bölgede kitlesel güç kazandığı 1991 yılından sonra devletçe geliştirilen bir saldırı konsepti devreye sokuldu. Aydınlar, siyasetçiler, insan hakları çalışanları ya da siyasal örgüte gönül verenler veya sempati duyanlar kanun dışı bir yöntemle kaçırılıp öldürüldü. Şehirler yıkıldı (ki Şırnak bunlardan biriydi), köyler haritadan silindi.
1999’a kadar süren bu saldırı sürecinde HEP’e, DEP'e veya HADEP’e oy veren kırsal kesim insanı baskı altına alındı. Şöyle ki seçim günleri jandarma yahut korucular sandık başında durarak halkın iradesini doğrudan etkilerdi. Buna karşın o sandıktan muhalif oy çıktığında köy ya yakılır ya da boşaltılırdı. Seçimlerde halk, iradesini özgürce sandığa yansıtamazdı. Bu dönemde sayısız insan gözaltında kaybedildi. Cumartesi Anneleri doksanlı yıllarının ortaya çıkardığı bir olgudur ve bugün hala bu anneler kayıp çocuklarını ya da kocalarını aramaktadırlar.
Tansu Çiller o yılların simge başbakanlarındandı. Gerçekte bir ABD vatandaşıydı (çifte vatandaş pasaportu taşıyordu) ve iki halkın arasına kan girmesi için elinden geleni yaptı. Çünkü bir halkı ikiye bölmenin en önemli yöntemi kesimler arasında kan davası yaratmaktan geçmekteydi. Ne kadar çok insan ölürse ayrılık o derece derin olur. Küresel dünyanın ona verdiği bir görevdi bu. Sadece Anadolu’nun doğusunda değil batısında da “hücre evleri” baskınlarında yüzlerce genç katledildi. Oysa bu yöntem gelecekte toplumları bir birine düşürecek nefret duygusunu oluşturmaktan başka bir işe yaramayacaktı.
Bunun yanı sıra bu uygulamaları eleştiren basın da derin bir baskı altına alındı. Muhalif basın organlarında çalışanlar bir gece yarısı evlerinden alınarak kafalarına kurşun sıkılıyordu. Muhalefet etmek neredeyse tümden yasaklanmıştı. Özgürlük ve demokrasi rafa kaldırılmış, gözle görülür bir vandallık uygulamaya konulmuştu.
O yıllarda uygulamaya konulan bu saldırı politikasıyla üç bin köy ve mezra boşaltıldı. Ne var ki bu yeni bir uygulama değildi. Yani kendinden olmayan ya da tehlikeli bulunanların göçertilme uygulaması Cumhuriyetin ilk yıllarında da yaşanmıştı 1925, 1935 ve 1938 yıllarında da köyler boşaltılmış ve batıya on binlerce insan sürülmüştü. Ancak o dönem batıya sürülenlere devlet ev, arsa ve hayvan veriyordu. Ne var ki doksanlı yıllarda devlet bu kadar merhametli olmadı. Bu yıllardaki uygulamada hükümet köyleri boşaltır fakat içinde yaşayan insanların nereye gideceklerini önemsemezdi. Ya da umurunda değildi nereye gidecekleri. Yeter ki olay bölgesinden çıksınlar ve devlet için tehdit oluşturmasınlar.
Göçertilmeler sonucunda gerek doğuda gerek batı da bazı şehirler anormal düzeyde büyümeye başladı. Van, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Şanlıurfa, Adana, Mersin, Antalya, İzmir, İstanbul, Bursa, Ankara, Denizli ve Çanakkale, 91-99 yılları arasında tarihlerinin en büyük göçüne maruz kaldılar. Şimdi bu kentlerin varoşları toplumsal muhalefetin en yoksul halkasını oluşturuyor ve rejim tarafından bu yoksul kitle tehdit unsuru olarak görülüyor.
Bütün bunlar, o dönemdeki mevcut hükümetlerin işlediği suçların sonuçları olarak karşımızda duruyor. Anti demokratik, anti özgürlükçü sömürücü sistem geçmişte bunları yaptı ve bugünün koşullarına zemin hazırladı. O yıllarda öldürülen insanların çocukları hatta torunları bugün sokaklarda askere ve polise taş atıyor, dükkânları, arabaları ateşe veriyor... Bugün taş atan kitleyi geçmişin o acımasız yöneticilerinin uygulamaya koyduğu politikaların yarattığını biliyoruz. Bugünkü yöneticiler de bunu görebiliyorlar mı acaba? Hiç sanmıyorum!
Tabi ki o yıllarda, eleştireceğimiz ve hiçbir zaman onay vermeyeceğimiz şeyler yaşandı. Bunların analizini yapmak ve eleştirmek, ortaya yeni perspektifler koymak hakkımız. Ancak geçmişte yaşananların mağdurları olan bizler o mağduriyeti yaratan yöneticilere benzeyemeyiz ve onların yöntemlerini kullanamayız. Onları tekrar etmek demokratik anlayış bakımından otuz yılda hiç yol almadığımızı gösterir. Oysa yaşananlardan ders çıkarmalı mevcut sistemden daha demokratik, daha özgürlükçü ve daha hoşgörülü bir tutum ortaya koymalıyız. Onların yöntemini kullanırsak gelecekte onlara benzeyen iktidarları yaratmaktan öteye gidemeyiz. Erdemli bir hedefe ulaşmak için döşediğimiz yolun kalitesi gelecekte kurmayı tasarladığımız toplumsal sistemin kalitesini de ortaya koyar.
Ne var ki 8 Ekimde yaşanan protesto gösterilerinde ortaya konulan eylem bize doksanlı yılların tarzını anımsattı. Fakat bu kez uygulayıcılar başkaydı. Politikalarını beğenmediğimiz hükümeti meşru yöntemler içinde protesto etmek yerine esnafın iş yerlerinin camlarını kırdık, bu da yetmedi dükkânlarını yaktık. Oysa bizimle aynı politik çizgide yer almayan bir insanın işyerini yakmakla sadece onu değil, onun çocuklarını da cezalandırmış oluyoruz. Böyle olunca da geçimini güçlükle yapan bir esnafı ailesiyle birlikte, yıllar sürecek bir sefaletin içine sürüklüyoruz. Bu esnaf ki çok değil üç yıl önceki depremde büyük bir yıkım yaşamıştı. Amaç bu yöntemle kitleleri sindirmekse bu da devrimci bir yöntem olamaz. Devrimciler halkı sindirmez, korkutmaz; tam tersine gönlünü kazanır. Ayrıca bugün ‘A’ partisine oy verdiğini düşündüğünüz o esnaf yarın ‘B’ partisine pekâlâ oy verebilir. Yani toplumsal kesimlerin siyasal tercihleri süreç içinde değişebilir. Yeter ki o kesimin de derdine derman olacak devrimci çözümler üretilebilsin.
Eylemin nedeni şu ya da bu olabilir. Eylemin gerekçesinde haklı da olabilirsiniz. Ancak yapacağınız eylemin hedefi halk olamaz; hele yoksul halk hiç değil. Politikalardan hükümetler sorumludur ve protestolar hükümetlere dönük olmalıdır. Yaşanan uygulamalardan halkı sorumlu tutup cezalandırmak devrimci bir eylem tarzı değildir. Devrimciler halka zarar vermez.
Eyyüp ALTUN