Kabul etmek gerekir ki Kürtleri siyasal açıdan temsil etme yeteneğine sahip parti HDP’dir. Başarılı işler çıkardığı kadar hataları da olmuştur. Artı ve eksilerinin analizini kendileri tartışıp birtakım sonuçlara ulaşabilirler. Bu, onların daha iyi yapabileceği bir iştir. Fakat biz burada, HDP’nin ve adına siyaset yaptığını düşündüğü Kürt halkının dışarıdan nasıl gözüktüğüne ilişkin bir değerlendirmede bulunacağız.
1 Kasımdaki milletvekili genel seçimlerinin ortaya çıkardığı sonuçlar çok tartışıldı ve tartışılmaya da devam ediyor. MHP neden büyük düşüş yaşadı; CHP neden yerinde sayıyor; HDP niçin %3’lük bir oy kaybına uğradı? Bu ve bunun gibi soruların yanıtları aranıyor ve çeşitli yorumlar yapılıyor. MHP ve CHP üzerine söylenecek çok şey var aslında. Belki de bu başarısızlıkların ve Ak Partiye alternatif olamamalarının nedenlerini bu partilere (MHP’ye ve CHP’ye) yapılan kaset operasyonlarında aramak gerekebilir. Fakat bu yazımızda MHP ve CHP’nin on yıllık başarısızlık öyküsünden çok, HDP’nin son üç seçimdeki iniş çıkışlarını mercek altına alacağız. Daha doğrusu HDP’yi ve onun temsil ettiği kitleyi sosyolojik açıdan analize tabi tutacağız.
Kabul etmek gerekir ki Kürt’ü siyasal açıdan temsil etme yeteneğine sahip parti HDP’dir. Başarılı işler çıkardığı kadar hataları da olmuştur. Artı ve eksilerinin analizini kendileri tartışıp birtakım sonuçlara ulaşabilirler. Bu, onların daha iyi yapabileceği bir iştir. Fakat biz burada, HDP’nin ve adına siyaset yaptığını düşündüğü Kürt halkının dışarıdan nasıl gözüktüğüne ilişkin bir değerlendirmede bulunacağız.
Bilindiği üzere 30 Mart (2014) yerel seçimler öncesi gerek yeni kurulan HDP, gerek Kandil, şu açıklamaları sık sık yapıyordu: “Yerel seçimlerden sonra bölgede özerklik ilan edeceğiz.” Bu, Kürt halkının beklentilerine karşılık gelen bir açıklama değildi. Nitekim Kürt halkı 30 Mart yerel seçimlerinde bu söyleme çekinceli davrandığını gösterdi. Batıda HDP %2,2 oy alırken, BDP ise doğu bölgelerinde %4,0 oy aldı. Türkiye toplumu (özellikle Kürtler) özerklik söylemlerini öne çıkaran bu yaklaşıma, seçimlerde toplam %6,2 oy vererek mesafeli durduğunu ortaya koydu.
Yerel seçimlerin ardından yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş bu kez farklı bir söylemle öne çıktı. Demirtaş, “…HDP bir etnik parti değil, bir Türkiye partisidir”; “…Sadece doğu illerini değil Türkiye’nin tamamını yönetmeye adayız”; “…Türk bayrağı bizim de bayrağımızdır”; “…Biz bölücü değiliz, Türkiye’yi bölmek gibi bir niyetimiz yok” gibi birlikçi bir dil kullanarak Türkiye toplumunun gönlünü fethetti. Bu süreçte özerklikten ve ayrılmaktan hiç söz etmedi. Bu tutumunun karşılığı çok geçmeden geldi. Üç ay önceki seçimlerde %6,2 oy alan parti, cumhurbaşkanlığı seçiminde oylarını %10’a taşıdı. 2014’teki bu iki seçim bize Kürtlerin demokratik haklarını kullanma koşuluyla bir arada yaşamayı daha bir önemsediğini göstermektedir.
Öte yandan 7 Haziran (2015) seçimlerinde Türkiyelileşme şiarını öne çıkaran HDP bu kez oylarını %13,7’lere taşıyarak barajı geçmiş ve büyük bir zafer kazanmıştı. Diğerlerinde olduğu gibi bu seçimde de Kürtler, ayrılığı değil, Türkiyelileşmeyi önemsediklerini ortaya koymuşlardı. Ne var ki 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki zaman diliminde yaşananlar, ortaya atılan Türkiyelileşme söylemleriyle örtüşmeyen bir içerik taşıyordu ve bu, bölge halkının beklediği bir politika değildi. HDP’nin ortaya çıkmasından beri Türkiyelileşme havasına giren Kürtler 7 Hazirandan sonra özerklik ilanlarıyla karşı karşıya kaldı. Kürt halkı bu durumu anlamakta güçlük çekti. Çünkü onlara göre özerklik Türkiyelileşmenin karşıtıydı ve ayrılığın ilk adımını oluşturuyordu. Korku da buradan kaynaklanıyordu. Çünkü ayrılma politikasının fiili olarak hayata geçirilmek istenmesinin, iç savaşı tetikleyeceği gibi bir düşünceyi besliyordu.
Nitekim çatışmalar başlamış yüzlerce insan hayatını kaybetmişti. 35 yılın ardından çatışmanın sonuna geldiğini düşünen bölge halkı bu sert çatışma ortamıyla adeta şoka girmişti. Ahali devletten yana bir tavır içinde değildi kuşkusuz ama PKK’nin eylemlerini onaylar bir tavır da sergilemiyordu. Bir anda halk ne yapacağını bilemez bir konuma sürüklendi. Hatta çatışmalı ortamı tasvip etmediğini belli eden bir tutum içine girdi. Evet, Türkiye Kürtleri ne Kobanileşmek, ne de Suriyelileşmek istiyordu.
Peki, Suriye’de, Irak’ta ayrı bir devlet kurmak isteyen Kürtler neden Türkiye’de birlikte yaşamayı önemsiyorlar; bunu hiç düşündük mü? Düşünmeliyiz; zira çözüm bu soruya verilecek doğru ve bilimsel yanıttan çıkacaktır.
Bu noktada Kürtlerin Türkiye’deki tarihine kısaca göz atmakta yarar vardır. Binlerce yıldır Mezopotamya’da yaşayan Kürtler çeşitli siyasal ve sosyolojik nedenlere bağlı olarak son iki bin yılda kuzeye doğru bir yayılma eğilimi gösterdi. Bölgenin güçlü Müslüman devletlerce (Araplar, Selçuklular, Osmanlılar) ele geçirilmesi Müslüman olan bu kavmin (Kürtler) Kuzeye, Ermenilerin içine doğru yayılımını kolaylaştırdı. Bu durum Anadolu’nun doğusundaki nüfus dengesini alt üst etti. Doğu Anadolu’nun kuzey bölgelerinde bulunan Muş, Bitlis, Van, Erzurum ve Kars gibi şehirlerde çoğunluk olan Ermeni nüfusu, bu sürecin sonunda üstünlüğü Kürtlere (Müslümanlara) kaptırmış oldu. Gerçi Orta Asya’dan gelen Türk boyları ve Müslüman Araplar bu nüfusun diğer unsurları olarak bölgede varlıklarını sürdüre geldiler ancak etnik bakımdan çoğunluk yine de Kürtlerdeydi. 1915 olaylarından sonra Ermenilere karşı büyük ‘avantaj’ sağlayan Kürtler Osmanlının son dönemlerine doğru bu kez de yavaş yavaş Batı Anadolu’ya akmaya başladı. Cumhuriyetin kurulmasıyla batıya göç büyük bir ivme kazanarak devam etti. Günümüz itibariyle Anadolu’nun batısında yaşayan Kürt nüfusu doğuda yaşayan Kürt nüfusla neredeyse eşitlenmiş durumdadır. Hatta bazı gözlemciler batıda ki Kürt nüfusun gerek demografik, gerek ekonomik hacim bakımından doğudakini geçtiği yönünde görüş belirtmektedir. Kabul edilebilir ki doğuda en büyük Kürt kenti olan Diyarbakır’dan daha fazla Kürt nüfusu İstanbul tek başına barındırmaktadır. Edirne, Bursa, İzmir, Çanakkale, Muğla, Manisa, Denizli, Antalya, Mersin, Adana, Ankara, Kayseri, Konya büyük Kürt göçü alan diğer iller olarak dikkati çekmektedir.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti, daha işin başında (1930’lar)bir asimilasyon politikası izlese de Kürtleri ekonomik ve idari yapı bakımından sistemin dışına itmedi; bilakis sistemin içine çekerek idari yapıyı ortaklaştırdı. Bu sayede Kürtler idari yapının en üst kademelerine kadar çıkabildiler. Öte yandan büyük kentlere yerleşme, sınıfsal değişim ve zenginleşme gibi sosyo-ekonomik gelişmeler hiçbir engele takılmadan kendi doğal seyri içinde devam edip gitti. Sürecin sonunda Kürtler fikren olmasa bile bedenen sistemin ortağı haline geldiler. Bugün ekonominin ve siyasi yapının karar süreçlerinde Kürtler nüfusları oranında yer alabilmektedir. MİT’in üst düzey yöneticiliğinden, Türkiye Genel Kurmayının komuta kademesine, tarımın, ticaretin ve maliyenin üst düzey yöneticiliğine kadar bütün mevkilerde bulunabilmektedirler. Bu durum Kürtleri fiilen sistemin ortağı haline getirmiş bulunmaktadır, bu da sahiplenme duygusunu güçlendirmektedir.
Öte yandan ekonomik veriler de Kürtlerin neden Türkiyelileşmeyi önemsediklerini ortaya koymaktadır. Şöyle ki batıda yaşayan Kürtler, Türkiye’deki toplam Kürt nüfusun ürettiği ekonomik değerin % 75’ini üretmektedir. Doğuda yaşayan Kürtler ise geri kalan %25’i... Kürtler ekonomik geleceği batıda görmektedirler.
Bütün bu verilere baktığımızda özerkliğin ve etnik ayrışmanın Kürtlere neden cazip gelmediğini kolaylıkla anlayabiliriz. Yani dün Mezopotamyalı olan Türkiye Kürtleri geldiğimiz nokta itibariyle Anadolulaşmış durumdadır. Kürtlerin yakaladığı idari ve ekonomik avantajlardan vazgeçmeleri mümkün gözükmemektedir. Bu durumu Amerika Birleşik Devletlerindeki sosyolojik karışımla karşılaştırabiliriz. Yüz yıl önce öteki olan Afrika kökenliler ve Amerikan yerlileri (Kızılderililer) bugün sistemi ekonomik ve idari bakımdan yönetir konumdadırlar. Bu saatten sonra Afrika kökenlilere (Zenciler) ve Amerikan yerlilerine nasıl ki ayrılmak cazip gelmiyorsa, aynı konumda bulunan Kürtlere de Türkiye’den ayrılmak cazip gelmemektedir.
1950’lerden önce ayrılmanın sosyolojik altyapısı mevcut iken bugün yani 2015 itibariyle böyle bir yapıdan söz edemeyiz. Özerkliğin ayrılmanın ilk adımı olduğunu düşünen Kürtler batıdaki olanakların kendilerine kapanmasını göze almak istemiyorlar. Dünyanın batıya aktığı bir dönemde bunu yapmak başarı getirmeyecektir ve gittikçe Kürt halk kitlelerinin tepkisine neden olacaktır. Özerklik, daha sonra ayrılma tarihsel koşullar bakımından aşılmış gözükmektedir. Tarihin cevaz vermediği bu çözümü zorlamak Kürtler açısından hayırlı sonuçlar doğurmayacaktır.
1 Kasım seçim sonuçlarının şaşırtıcı bir tabloyla karşımıza çıkmasının bir başka nedeni ise Suriyelileşme korkusudur. Öncesinde Irak’ta yaşananlar ve sonrasında Suriye iç savaşı Kürtleri korkutmuştur. Özerklik dayatmasının bir Kürt-Türk savaşına neden olacağı, bunun da bölgeyi Suriyelileştireceği gibi bir algı toplumun neredeyse tamamına egemen olmuştur. Suriye Kürtleri için Kobanileşme bir zorunluluk olabilir ancak Türkiye Kürtlerinin Kobanileşme gibi bir aciliyeti yoktur. Türkiye Kürtleri, Suriye Kürtleri kadar kendilerini sistemin dışına itilmiş hissetmemektedirler. Suriye Kürtleri sistemden dışlanırken, Türkiye Kürtleri idari ve ekonomik bakımdan sistemi paylaşmaktadır. Burada iki farklı sosyolojik ve siyasal olguyla karşı karşıyayız. Bu iki farklı gerçekliği birbirine karıştırmamakta yarar olduğu kanısındayım. Suriye Kürtleri için geçerli olan çözüm Türkiye Kürtleri için anlamlı olmayabilir; bunu artık anlamamız gerekir.
Bütün nesnel veriler Türkiye Kürtlerinin Türkiyelileşmeyi Suriyelileşmeye tercih ettiklerini gösteriyor. Ne yapsak da bu gerçeklikten kaçamayız. Zira tarihi toplumsal değişim bu yöne doğru ilerlemektedir.
Eyyüp ALTUN