Kral mezarının bulunduğu tepeye vardığımızda güneşin son ışınlarıyla yıkanan heykeller ansızın karşımıza çıkarak adeta bizi selamladı. Bu arada güneş batmak üzereydi. Tanrılar doğruca güneşe bakıyorlardı. Gözlerinde güneşin batışının yarattığı hüzün vardı. Onlar güneşe âşık gibiydiler. Aslında güneş onların tanrısıydı. Ancak bunu itiraf etme gücünden yoksundular.  
Adıyaman sınırları içinde yer alan Nemrut dağı yaklaşık 2000 yıldır aynı konukları ağırlıyor. Üstelik hiç rahatsız olmadan bu işi yapıyor. Kommagene Krallığını sembolize eden bu konuklar Apollo (Mithras), Artagnes (Herakles-Herkül), Zeus(Oromasdes) Hera (Teleia), Helios (Hermes) tanrı heykellerinden oluşuyor. Ayrıca yanı başlarında gökyüzünün hakimi Kartal ve yeryüzünün hakimi Aslan heykelleri de koruyucu figür olarak yer alıyor. Bununla birlikte tanrı heykellerin arasında (korumasında) I. Antiokhos’un mezarı da bulunuyor.
Dergilerde ya da televizyonlarda gördüğüm bu heykeller gençliğimden beri ilgimi çekedurmuştur. Belki gezi kültürümüzün eksikliğinden, belki maddi sıkıntılarımızdan olsa gerek gidip bu tarihi şahaseri yerinde görmek gibi bir olanağım olmamıştı. Bu bayram (05.10.2014) ailece bir program yaparak doğruca Nemrut’un, yani Commagene Krallığının yolunu tuttuk. Erciş’ten yola çıktığımızda saat sabahın altısıydı. Hava açıktı, ancak sonbahara özgü bir serinlik kendini hissettiriyordu. Adilcevaz, Ahlat, Bitlis, Diyarbakır, Siverek derken yaklaşık yedi saat sonra Atatürk Barajına ulaştık. Bir araba vapuruyla barajı geçip yirmi dakika daha yola devam ettikten sonra Nemrut dağına giden yol ayrımına geldik.
Buradan Nemrut yoluna sapacaktık ve dolambaçlı bir güzergâh bizi bekliyordu. Yaklaşık 30 kilometrelik bu yol küçük ayrıntılar hariç dik bir tırmanma şeridiydi. Arabamız zaman zaman zorlansa da Nemrut’tan önceki son köye ulaşmayı başardık. Burada bir süre dinlenmek zorunda hissettik kendimizi. Zira çok yorulmuştuk.
Karadut ıssız dağların arasında kalmış meyvelik bir köydü. Köyde on-on beş civarında otel veya pansiyon vardı. Arabayı durdurup bir mola verdiğimizdae tatlı kuş cıvıltılarıyla karşılaştık. Uzaklarda bir yerde bir eşek anırıyordu. Bu sesler bize huzur vermişti, çünkü saatlerdir motor ve tekerlek sesi dinlemekten kulaklarımız adeta iflas etmiş durumdaydı. Bir süre dinlenip bir pansiyonun önünde birer bardak çay içtikten sonra yola koyulduk. Karadut köyünün epeyce yukarısında, gelen ziyaretçilere giriş bileti kesen bir gişe ve kontrol noktası bulunuyordu. Biletlerimizi aldıktan sonra devam ettik.
Evet, nihayet Nemrut’un zirvesini görmüştük. Zirvenin hemen eteğinde bir toplanma veya dinlenme tesisi bulunuyordu. Kültür bakanlığının işlettiği bu tesis Kommagene tanrılarının bulunduğu tepenin altındaki son noktaydı. Artık bu noktadan sonrası tanrıların evi sayılırdı.
Gecikmeli olarak öğlen yemeğini yiyip bir süre dinlendikten sonra yapılan çağrı üzerine tepeye çıkmak üzere toplandık. Alanda yaklaşık beş yüz kişi vardı. Güneş batımına bir saat kala kesme taştan yapılmış, belki de bin basamaklı bir merdivenden ardı ardına dizilerek yürümeye başladık. Kafilede gençler olduğu gibi yaşlılar da vardı. Bir Çinli karı-koca (yaklaşık yetmiş-yetmiş beş yaşlarında) birbirine tutunarak kaplumbağa misali yürüyorlardı. Onları gelip geçenlere aldırmıyorlardı bile. Düşük yürüyüş temposuyla neredeyse hiç dinlenmeden zirveye ulaşmayı başaracaklarına olan inançları tam gibiydi.
Ne var ki bu istikrarlı yürüyüş temposu herkes için geçerli değildi. Bazıları nefes nefeseydi. Gerek rakımdan, gerekse güzergâhın dikliğinden bazı insanlar birkaç noktada mola vermek zorunda kalmıştı. Zirveye tırmanmakta güçlük çeken insanlar için de bir çare düşünülmüştü gerçi; çevre köylerden bazı kişiler ‘taksi’ diye tanımladıkları katırları aşağı yukarı gezdirip müşteri arıyorlardı. Böylece ihtiyacı olanlar bu katırları kiralıyorlardı. Ancak taşıma sırasında tatsız bir olay yaşandı. Orta yaşlardaki kilolu bir kadın daha fazla dayanamayınca köylülerden birini durdurup katıra bindi. Katır kayalıklarda güç bela ilerlerken birden ayağı takıldı. Hayvan ön iki ayağının üzerine çökünce üzerindekini öne doğru fırlattı. Kadın havada bir tur takla attıktan sonra poposu üzerine yere çakıldı. Allahtan düştüğü yer yumuşak topraktı. Kadını tutup yavaşça kaldırdık. İçimizdeki bir doktor kadını oracıkta muayyene ederek vücudunda herhangi bir kırık çıkık olmadığını söyledi. Kadın geri kalan yolu poposunu tuta tuta, biraz da bizim yardımımızla yürüdü.
Kral mezarının bulunduğu tepeye vardığımızda güneşin son ışınlarıyla yıkanan heykeller ansızın karşımıza çıkarak adeta bizi selamladı. Bu arada güneş batmak üzereydi. Tanrılar doğruca güneşe bakıyorlardı. Gözlerinde güneşin batışının yarattığı hüzün vardı. Onlar güneşe âşık gibiydiler. Aslında güneş onların tanrısıydı. Ancak bunu itiraf etme gücünden yoksundular.  
Nemrut’un batısındaki heykellerin toplam sayısı yediydi. Ortada büyük tanrı Zeus duruyor diğer altı heykel ise eşit bir şekilde bu büyük tanrının sağına ve soluna dizilmiş durumdaydılar. Arka plandaki en zirve noktada ise bir Tümülüs bulunuyordu. Bu Kral l. Antiochos’un mezarının bulunduğu yerdi. Mezarın üstü heykellerin yapımı sırasında biriken taş parçalarıyla kaplanmıştı. Ancak tümülüsü oluşturan taş yığını bu (tepenin diğer tarafındaki heykellerle birlikte) 14 heykelin yontulmasından çıkmış olamazdı. Hemen orada kafilelerin başındaki antropolog yahut sanat tarihçisi olduğunu sandığımız rehberlerden biri bu heykellerden yüzlerce yapıldığını, bunlardan hatasız olan yedisinin tepenin doğusuna, diğer yedisinin ise tepenin batısına yerleştirildiğini söylüyordu. Bundan, güneşin kontrol edilmesi ve tanrıların gözünün önünde bulunması amaçlanmıştı.
Burada güneşin neden farklı battığını veya doğduğunu merak edenler olabilir. Öncelikle şunu söylemliyim ki Adıyaman, Malatya ve Siverek buraya göre oldukça düşük bir rakımda… Bu düşük rakımlı alanın tam ortasında bulunan Nemrut ise 2500 metre yüksekliğinde. Buradan bakınca yüzlerce kilometre öteleri görebilmek mümkün… Böyle olunca güneşin çok uzaklardan batışına veya doğuşuna tanık olunabiliyor. Oysa insanlar hiçbir yerde böylesi bir noktadan güneşin batışına bakma gibi bir şansları bulunmuyor. Çünkü genellikle diğer yerleşim alanları araziye bu derece hakim yerlerde değillerdir. Biliriz ki çoğu yerleşim yerinde güneş yakın bir tepenin ardından batar veya doğar. Ve bu olay yaşanırken o bilinen kızıllık oluşmaz. Fakat burada durum farklıdır. Durduğunuz yerden Adıyaman, Diyarbakır ve Malatya’nın içinde bulunduğu arazileri rahatlıkla görmek olası. Böylesi uzak bir mesafeden bakıldığında onlarca büyük yerleşim yerini görüyorsunuz; hem de güneşin o muhteşem kızıllığını… Ayrıca birazdan, yani karanlık çöktüğünde, yanıp sönen yıldızlar gibi parlayan şehir ışıklarının yarattığı görsel şölene tanık olacaktık. Çünkü civardaki yedi sekiz şehri buradan görmek mümkün.
Böylece güneşin batışının görsel bir şölene dönüştürdüğü manzarayı bir güzel seyrettik. Hava gittikçe soğuyordu. Allahtan yanımıza battaniye almıştık. Aile efradı olan beş kişi battaniyenin altına girerek soğuktan korunmaya çalıştık. Ne var ki birçok turistin böyle bir şansı yoktu. Bu soğuk mevsimde güneşin batışına hazırlıksız yakalanmışlardı. Ama bazı turistler hariç; onlar ısınmak için yanlarına aldıkları şarabı gizli gizli yudumluyorlardı.
Güneş kaybolduktan sonra, alacakaranlıkta tepenin diğer yanına yani batısına dolandık. Orada da aynı tanrıların heykelleri vardı. Bu sırada dikkatimizi uğur böcekleri çekmişti. Bu soğukta binlerce uğur böceği zirvenin yamaçlarına yarı baygın bir şekilde serpilmişlerdi. Buraya neden geldiklerini yahut Nemrut’u neden tercih ettiklerini anlayamadık. Belki onlar da güneşin batışında ölmek gibi bir zevki tatmak istiyorlardı ya da tanrılara kurban ediyorlardı kendilerini; kim bilir? Burayı da gezip fotoğrafladıktan sonra uzaklardaki şehir ışıklarının doyumsuz görselliğinde merdivenlerden inmeye başladık.
Akşam Karadut köyüne inip bir pansiyonda kendimize oda ayırttık. Günün bütün yorgunluğu üstümüzdeydi. Üstelik sabahın dördünde kalkıp Nemrut’a yeniden çıkmamız gerekecekti. Bir şeyler atıştırıp hemen uyuduk. Pansiyon sahibi bizi dörtte kaldırdı. Beşe kadar hazırlanıp yola koyulduk. Gündoğumundan önce tepede olmamız gerekiyordu.
Benzer bir yolculuk serüveninden sonra tepeye ulaştık. Güneş Atatürk Barajının üstündeki dağların ardından doğacaktı. Güneşin doğacağı nokta bulunduğumuz yerden yaklaşık iki yüz kilometre uzaklıktaydı. Heyecanla bekliyorduk. Önce ufukta bir kızıllık sonra güneşin yarısı ve nihayet tamamı göründü. Bu arada insanlar çığlık çığlığaydı. Güneş önce tanrıların yüzünü aydınlattı sonra da insanların. Herkes bu anın tadını çıkarmaya çalışıyordu; Türk, Çinli, Finlandiyalı, Amerikalı, Afrikalı… Hep bir anda sevinç tepkileri vermiştik. Faklı kültürlerden gelen insanlar bir doğa olayı karşısında aynı heyecanı yaşamıştık. Dünyanın farklı kültürlerine mensup insanlar ortak sevinçler yaşayabiliyorlardı. Aslında o kadar da birbirimizden uzak olmadığımızı anlamıştık. İktidarların çıkarları araya girmediği müddetçe rahatlıkla anlaşabilirdik; neticede insan değil miydik?
Dönüş yoluna girdiğimizde aklımızda bir dizi soru işareti kaldı. Yer yer çatlamış heykeller daha ne kadar dayanabilirdi? Gündüzleri çok sıcak, geceleri ise çok soğuk bu zirvede heykeller çatlamaya ve dökülmeye mahkûm gibi gözüküyordu. Bunlar camdan kafesler içine alınamaz mı? Ya da alan komple kapalı bir müzeye dönüştürülemez mi? Aynı zamanda UNESCO’nun dünya kültür mirası listesinde yer alan bu tarihi alan için ne gibi koruma önlemleri düşünülüyordu? Bu tarihi yapılar geçmişten günümüze bir köprü ise (ki geçmişini bilmeyen toplumlar gelecek inşa edemezler) bu köprülerin atılmaması için neler yapmalıyız?
Artık tarihi, doğal ve kültürel zenginliğimizi korumak için son sözü sadece devlete bırakamayız. Toplumca da konuya duyarlı olmak gibi bir mecburiyetimiz var. Kitlelerin duyarlılığı devleti de duyarlı kılmaz mı?
                                   
                                                                                                                      Eyyüp ALTUN