'Oturduğum odanın, keşke bir hikayesi olmasa mıydı, dediğim kalın perdelerini de kapattım.'

 

Güneş hala batmamış ve batmamış güneşin altından 'dileklerimiz belki de tutar...' diye koşuşan insanlar var, yalnızca onlar mı var peki, yo hayır, tepişenler, bir de arada derede olanlar var. Kim ne yapıyorsa kendisine yapıyor. Mesela şimdiki ben; kendime kıyamet hazırlıyor...

O çekilen perde, çekilen bir perdeden çok fazlasıydı. Herkes kendi kıyametinin Tanrısıdır! Tanrılar çıldırdıklarında kıyamet sirenleri çalar, her tarafı bir telaş kaplar, canlar-cananlarından ve de analar-yavrularından geçerler… En kıymetli olan tek şey candır ve kıyamette can kendi derdine düşer.

Ve perde… Perde; İsrafil ve Suruydu, yıkımın başlamasıydı.


Ve bu kıyamet amacına kavuşursa, o zaman ne olacak biliyor musunuz? Ortalama bir zamandan sonra, yazılarımın bazısı ve bir de şu odamın güneşini kovduğum perdeyi kafasına takacak biri çıkacak, muhtemelen bir erkektir bu, belki kadın da olabilir hani ve onun bir senarist olma ihtimali de var, roman yazarı olma ihtimali de, umarım olaya çok izlenecek bir film hikayesi olarak bakmaz, yaşarken bizi nesnelleştirdikleri için ölüyoruz ya, evet demem o ki bari öldükten sonra nesnelleştirilmeyelim. Ben insanım, ben  tarihin hem öznesi, hem de bir şekilde öznelere saldırarak da  öznelik yapan bir yaratığım. Ben hem yüce... Ben hem de aşağılık bir yaratığım!

Her şey... Akla gelebilecek her şey bir nesneden fazlasıdır, bu,  köy evlerinizin duvarlarının dış  dibinde yaşam mücadelesi vererek sizinle beraber yaşamaya çalışan karınca da olabilir, işe yaramıyor diye götürüp çok uzak ve de kimsesiz yerlere terk ettiğiniz atlar da… Hem bir gün bu kimsesiz atlarla ilgili de çalışmak istiyorum, çünkü özellikle Serhatlı Kürtler'de bu durum oldukça bilindik bir durumdur ve şuna hazmedemiyorum: ‘Nasıl olur da bu kadar acı çekmiş bir Halk, başka bir Doğa Halkına böyle davranır, bu olayın cevabıyla çıkaracağımız sonuç şudur: Kürtlerin, kendi içlerinde ve de diğer doğa halklarıyla olan ilişkilerinde, bunların da ötesinde kendi bireysel içlerinde paradoksal olayları çözümleyemedikleri için bunca zamandır tutsak olduklarını düşünüyorum. Ve onları tutsak alan egemen Halk da her ne kadar görece onların egemeni olarak görünse de, emin olun ki Türk Halkı Kürtlerden daha da tutsaktır. Aslında bir halkı esir alan başka bir halktan söz etmek yerine, duruma şu keil bir izahlık getirirsem daha doğru olacağını düşünüyorum. Türkçülük yapanlar... Kürtler kendi iç birliklerini kuramadıkları için tutsak düşmüştür. Peki ya Türkçü Gruplar? Türkçü Gruplar ise kendi iç birliklerini kuramamış halklara saldırdığı için iki defa tutsaktır.

                                                                                                                                                                

Ve adam odasının kalın perdelerini üstüne örtmeden çok önce çıldırmaya yürümüştü, yani ben, yürüyüş bitmiş ve adam çıldırmaya başlamıştı. Başlamıştı başlamasına da... Çıldırdığında, yarına dair yapmak istediği bir şeyler bulmuştu, mesela o yoksul atlarla ilgili bir takım çalışmalar yapmak istiyordu. Nasıl yani, bu çıldırma da mı başarısızlıkla sonuçlanacaktı? Bu adam da ne zaman tamamen hayattan kopuyorum dese, ne zaman yere düşse ve de ölümü ölmeye meyillense, yarından bir şey gelip onu içinden kaldırıyor.


Evet dostlarım, insanları düştükleri yerlerde çürütmeyen şey, yarından bir şeylerin gelip onların içinden tutarak kaldırmasıdır. Peki bizim bu adama yarından gelen şeyler nasıl şeylerdir, ne gibi şeyler yarından geliyor ve bu adamı herhangi kötü bir ayazdan çekip çıkarıyor?

 

 ''Güneş hala batmadı ama sen güneşi çoktan batırmışsın.'' dedi adam kendine. Yani ben bana…

 

''Doğrudur'' dedi adam. Dünya soğuk bir ev, herkes soğuk almış ve irade dengesini yitirmiş. Sarsılmışız, eğilirken eğilmeyi beceremeyip kırılmış ve de düşmüşüz...  Midemizden, soğuk almış herkesin midesinin az üstünden uzanan, bir öksürük değil, o uzanan bir öksürükten fazlası, içi parçalayıp ağızdan yoğunca seslenen bir 'hawar...'  Vücudumuz titriyor ve üstümüze örttüğümüz ince battaniye bizi ısıtamıyorsa... Genç ve de ölmüş bedenlerin,  kabuğunun biraz  altı hep soğuk olan toprakta üşüyememeleri gibi olmaz herhalde, ama  üşüyoruz işte... Türkülerin cızırtıları ile ezanların bağırışları var bir de... Kişi, en büyük cehennemi kendi içini yakarak yaşıyor. Her birimiz kendi cehennemini yakmak için çıldırmayı bekleyen birer Tanrıyız. Ve benim yangınım şuan susturuldu, susturulmak bitirilmek değildir ki... Peki yangınlar karşısında su'suz kalırsam... Kalabilir miyimki? Muhtemel midir?

 

Bu yazıyı yazmaya başladığım anda, benim çıldırmış bir Tanrım vardı, bu yazıyı bitirdiğim şu satırlarda içim biraz daha kontrol altında… İçim kontrolüm altında…


Ama her an tekrardan çıldırabilirim:
                     
                                          ''çünkü her şey çok sıcak…''


                                     


(İstanbula Düşürülmüş Bir Not. 24/04/2013)