…. Şuan benim de yaşadığım ve ne kadar kalabalıksa, benim de bir o kadar yalnız olduğum İstanbul'da öldürülen,
Amerikalı kadın turist Sarai Sierra'nın şirin yüzünde, bereketli koynunda; sancılarının annnesi Elî Heyderî
okuyacaksınız... Evet koynunda bir erkek değil, bir fotoğraf makinesi ile hayatı çekilir kılmaya çalışan SARAİ
SİERRA'nın bereketi sayesinde her gerçek yazarın, namuslu birer fahişe olduğunu öğreneceksiniz.
Lanet olsun mu demeliydi, ya da sahiden bir şey demeli miydi, herhangi bir şey demesinin bile gerekli olup olmadığını bilmiyordu.
Yayınlanmamış; bazısı yarım kalmış, darmadağın bir nevi çeşit yazmış… Bir sürü yarım yamalağın toplamı kadar yaşamış... Bir adamdı işte…
Pişmemişti, evet pişmediğini biliyordu. Hakikate varmadan Marifette felç geçirmiş Nietzsche’nin çektiği sosyal acıları içinde tüm canavarlıklarıyla birlikte büyütüyordu. Ama yine de: 'Ben bir yazarım artık! ’ diyordu Heyder, Elî Heyder talihini tanıyordu… Gündüzlerden gecelere, gecelerden de gündüzlere kaçıp duran, ama ne kadar da kaçarsa kaçsın, evet kaçtığı kadar da huzursuz olan biriydi Heyder… Huzursuzluk, bir nevi uğursuzluktur ya; talihsiz ömrünün en çok da sonbaharlarını seven, sevdiği sonbaharlarda da hep kanamamış, asıl kanatılmış bir Heyder!
Hey gözüm dê bana:
Bir şey öz özünden kanar mı hiç…
Yazarlığın kaç tane lanetliği varsa, bütün varlar onun üstünde, tek olmuş bir sürü uydu gibi, evet tekrar ediyorum, bütün lanetlikler onun üstünde tek olmuş bir sürü uydu gibi dönüyordu. Bütün zamanların lanetlerinden çekiyorum, diye İstanbul’un kirli değil, kirletilmiş gök yüzüne sessizce bağırıyordu. O bağırırken, fotoğraf makinesi koynunda yabancı bir kadın kaçırılmış, öldürülmüş, bir sur dibine atılmıştı.
İstanbul’da bir cinayetin şahsında:
1- yabancılık
2-kadınlık
3-yalnızlık, evet 'Tek Bir' in şahsında, üç şey bir kez daha öldürülmüştü.
Şşş, sessiz olmalıydı, bağırırken onu görenler deli der vururlardı. Cadı çağlar zamanı, devri zaman yapmıştı, bütün uyumlu insanlar deli insan avına çıkmıştı. İnsanlardan olabildiğince saklanmalıydı. Evet insanlardan(!) kaçmak lazım ya, insanların onu daha fazla incitmemesi için duyulamayacak kadar yüksek sesle bağırması gerekiyordu.
Dünyanın bir tane uydusu var, faydasız manzara denilse de ona, ayda yılda bir kez de olsa, hiç olmazsa dağ başlarında çobanlara yoldaşlık eden Ay'ı var... Onun uydularını Ay'a benzetirsek, ki benzetebiliriz de canım, hem neden olmasın:
Ay'ın ışığıyla yol bulan bir çobandı bazı,
bazı da Ay'ın aydınlattığı dağlarda ordu tarafından bulunup vurulacak bir eşkıyaydı o!
O bir çobandı,
o bir eşkıya!
Lanet bir gökyüzü vardı bazı, bu alemden çıkabilmek mümkün değildi, sancı üstüne sancı çekiyordu eşkıya, yazarlığın lanetine bulanmıştı.
Sürekli döl tutan bir kadındı şimdi; ha bir yazar ha da bir kadın, diyorum onu yazarken...
Çocuklar doğuruyordu, çocuklar… Topluma karışacak mı, karışamayacak mı çocuklarıydı doğurdukları.
Çocuklarını zor şartlarda doğuruyordu, sancısı nerede rahmine son yumruğunu indirirse, evet işte orada da doğuruyordu. O doğururken çocuklarını, başka insanlar sistemin mecbur tuttuğu sınavlara çalışıyor, kimisi yeni kadınlara doymak için kurluk mısralar yazıyor; kimisi kendisini yakışıklı yapacak elbiseler ararken, kimisi de sıva niyetine makyajıyla barışmaya çalışıyordu. Kimi küçük 'yerleşke' yazarları, büyük palavlarını kelimelerle süslüyordu...
Doğurduğu çocukları da ya ortalıkta uzun yaşayamıyorlar, ya da çalınıyorlardı; sokaklarda parçalanıp kimliksiz dolaştırılıyorlardı.
O bir yazardı, ha bir yazar ha da bir anne kadın… ‘Gecenin bütün uğursuzluğu, çocukları sokaklara düşürenleri bulsun... Mısra çalanları, çaldıklarıyla da mısra yazanları lanetim tutsun!’ deyip uykuya dalarken…
Evet o uykuya dalarken, koynunda bir erkek değil, fotoğraf makinesi ile hayatı çekilir kılmaya çalışan o yabancı kadını düşünüyordu, ölüm ilanındaki fotoğrafını görmüştü, çok tatlı bir kadındı, öldürülmüştü işte… Bir sur dibine atılmış o kadını, okyanus ötesinden sur diplerinde can vermeye gelmiş bir yabancıyı, o saatte İstanbul’un kahrolası bir bekleme morgundaki soğutucuda uzatılmış kadını; evet onu düşünüyordu, sonra düşlüyordu da... Sarai SİERRA ile aşklaşıyor muydu ne, insan insana aşık olmaz ya, insanın insanla ancak ve ancak aşklaşabileceğine inanıyordu. Ve o, aşklaşıyordu...
Bir cinayetin şahsında; yabancılık, kadınlık ve yalnızlık bir kez daha vuruldu ey halkım, onu biz öldürdük.
Sabah yine uyanacaktı. Ama yarın dünden iyi olmayacaksa, güneşin doğmasının ne anlamı vardı?
Vahap IŞIK
Şubat 2013/İstanbul
NOT: Anlatımımda saçma sapan anlatım kuralları arayanların da, sakat da olsa çocuğum olan mısralarımdan çalan, entelektüel çocuk tacirlerinin de canı cehenneme!
Yayınlanmamış; bazısı yarım kalmış, darmadağın bir nevi çeşit yazmış… Bir sürü yarım yamalağın toplamı kadar yaşamış... Bir adamdı işte…
Pişmemişti, evet pişmediğini biliyordu. Hakikate varmadan Marifette felç geçirmiş Nietzsche’nin çektiği sosyal acıları içinde tüm canavarlıklarıyla birlikte büyütüyordu. Ama yine de: 'Ben bir yazarım artık! ’ diyordu Heyder, Elî Heyder talihini tanıyordu… Gündüzlerden gecelere, gecelerden de gündüzlere kaçıp duran, ama ne kadar da kaçarsa kaçsın, evet kaçtığı kadar da huzursuz olan biriydi Heyder… Huzursuzluk, bir nevi uğursuzluktur ya; talihsiz ömrünün en çok da sonbaharlarını seven, sevdiği sonbaharlarda da hep kanamamış, asıl kanatılmış bir Heyder!
Hey gözüm dê bana:
Bir şey öz özünden kanar mı hiç…
Yazarlığın kaç tane lanetliği varsa, bütün varlar onun üstünde, tek olmuş bir sürü uydu gibi, evet tekrar ediyorum, bütün lanetlikler onun üstünde tek olmuş bir sürü uydu gibi dönüyordu. Bütün zamanların lanetlerinden çekiyorum, diye İstanbul’un kirli değil, kirletilmiş gök yüzüne sessizce bağırıyordu. O bağırırken, fotoğraf makinesi koynunda yabancı bir kadın kaçırılmış, öldürülmüş, bir sur dibine atılmıştı.
İstanbul’da bir cinayetin şahsında:
1- yabancılık
2-kadınlık
3-yalnızlık, evet 'Tek Bir' in şahsında, üç şey bir kez daha öldürülmüştü.
Şşş, sessiz olmalıydı, bağırırken onu görenler deli der vururlardı. Cadı çağlar zamanı, devri zaman yapmıştı, bütün uyumlu insanlar deli insan avına çıkmıştı. İnsanlardan olabildiğince saklanmalıydı. Evet insanlardan(!) kaçmak lazım ya, insanların onu daha fazla incitmemesi için duyulamayacak kadar yüksek sesle bağırması gerekiyordu.
Dünyanın bir tane uydusu var, faydasız manzara denilse de ona, ayda yılda bir kez de olsa, hiç olmazsa dağ başlarında çobanlara yoldaşlık eden Ay'ı var... Onun uydularını Ay'a benzetirsek, ki benzetebiliriz de canım, hem neden olmasın:
Ay'ın ışığıyla yol bulan bir çobandı bazı,
bazı da Ay'ın aydınlattığı dağlarda ordu tarafından bulunup vurulacak bir eşkıyaydı o!
O bir çobandı,
o bir eşkıya!
Lanet bir gökyüzü vardı bazı, bu alemden çıkabilmek mümkün değildi, sancı üstüne sancı çekiyordu eşkıya, yazarlığın lanetine bulanmıştı.
Sürekli döl tutan bir kadındı şimdi; ha bir yazar ha da bir kadın, diyorum onu yazarken...
Çocuklar doğuruyordu, çocuklar… Topluma karışacak mı, karışamayacak mı çocuklarıydı doğurdukları.
Çocuklarını zor şartlarda doğuruyordu, sancısı nerede rahmine son yumruğunu indirirse, evet işte orada da doğuruyordu. O doğururken çocuklarını, başka insanlar sistemin mecbur tuttuğu sınavlara çalışıyor, kimisi yeni kadınlara doymak için kurluk mısralar yazıyor; kimisi kendisini yakışıklı yapacak elbiseler ararken, kimisi de sıva niyetine makyajıyla barışmaya çalışıyordu. Kimi küçük 'yerleşke' yazarları, büyük palavlarını kelimelerle süslüyordu...
Doğurduğu çocukları da ya ortalıkta uzun yaşayamıyorlar, ya da çalınıyorlardı; sokaklarda parçalanıp kimliksiz dolaştırılıyorlardı.
O bir yazardı, ha bir yazar ha da bir anne kadın… ‘Gecenin bütün uğursuzluğu, çocukları sokaklara düşürenleri bulsun... Mısra çalanları, çaldıklarıyla da mısra yazanları lanetim tutsun!’ deyip uykuya dalarken…
Evet o uykuya dalarken, koynunda bir erkek değil, fotoğraf makinesi ile hayatı çekilir kılmaya çalışan o yabancı kadını düşünüyordu, ölüm ilanındaki fotoğrafını görmüştü, çok tatlı bir kadındı, öldürülmüştü işte… Bir sur dibine atılmış o kadını, okyanus ötesinden sur diplerinde can vermeye gelmiş bir yabancıyı, o saatte İstanbul’un kahrolası bir bekleme morgundaki soğutucuda uzatılmış kadını; evet onu düşünüyordu, sonra düşlüyordu da... Sarai SİERRA ile aşklaşıyor muydu ne, insan insana aşık olmaz ya, insanın insanla ancak ve ancak aşklaşabileceğine inanıyordu. Ve o, aşklaşıyordu...
Bir cinayetin şahsında; yabancılık, kadınlık ve yalnızlık bir kez daha vuruldu ey halkım, onu biz öldürdük.
Sabah yine uyanacaktı. Ama yarın dünden iyi olmayacaksa, güneşin doğmasının ne anlamı vardı?
Vahap IŞIK
Şubat 2013/İstanbul
NOT: Anlatımımda saçma sapan anlatım kuralları arayanların da, sakat da olsa çocuğum olan mısralarımdan çalan, entelektüel çocuk tacirlerinin de canı cehenneme!