Çocuk... Kürt...Savaş...Otizm...
 
     
Mayıs’ın 9’unda 3 yaşını dolduracak. Adı Rohat… Muş’un bir dağ köyünde doğmuş otistik bir çocuk... Bugün sizlerle yarım yamalak bir garip tercümanı aracılığıyla, yani ben, anlayacağınız Rohat  ben olup konuşacak.  Uzun bir parantez açtıktan sonra kenara çekilip sözü Rohat’a bırakıyorum.

 
(Ne sizler benim dilimden anlıyorsunuz, ne de ben sizi anlayabilecek kadar yakınınızda yaşıyorum, ben çok uzaklardayım, hem de çok… Tüm yalnızlıklarıyla birbirinin yanı başında bekleşen sizlere, çok uzaklardan, yarım yamalak köprülerden sesleniyorum: ‘Merhaba!’

 
Ben burada en ötekileştirilen halkları temsilen konuşacağım, her ne kadar bazıları ezilenlerin en ezileni kadındır dese de, kadınların ezildiğine dair o diyenlere katılmama rağmen, o ‘en sözcüğünün’ herhangi bir iddiadan başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Bedensel ve de zihinsel aktivite zorluğu yaşayan insanlarla beraber, diğer doğa halkları da en az annelerimiz kadar erkek egemen sistemin mağdurlarıdır. Acının karşılaştırması olmaz, biliyorum olmamalı, ancak karşılaştırmak için konuşmuyorum, bazı şeyler tahmin edilebilsin diye… Biz rahimleri zindanlarda yatan anneleriz...

 
Bedenen ve de özellik olarak birbirine benzeyen ve kendilerine güya sağlam diyen insanların düşüncesizliğinden, sevgisizliğinden; düşüncesiz sevgilerinden, sevgili düşüncesizliklerinden dolayı; ahu zardayız!

 
Bırakmayın bana kızsınlar, bana şartlar yaratın ki kara kolların sıkı yönetimlerini yarıp dışarıya ses vereyim, var sayın ki 1999’dur, Ağustos’tur, zaman depremdir, yer Kocaeli… Ve bir göçmen çocuk enkaz altından ses çıkarmaya çalışıyor, ama başaramıyor, asıl müteahhitlerin çaldığı betonlardır çocukcağızın sesini duyurtmayan... Çocuğun duyulmayan sesi mi,  buyurun efendim, okuyun: ‘Buradayım, kimse yok mu!’  Beni anlamaya çalışın, beni anlayanlarınızın ya da anlayacakların olduğunu da, olacağını da biliyorum, biliyorum beni anlarsa ancak sizler anlarsınız. Kendi farkına vardıkça bireyler, halklarını doğururlar. Bir topluluk ancak ve de ancak kendi farkına vardığı anda, o topluluğun halk olduğundan bahsedebiliriz. Zira öteki türlü topluluklar sadece kalabalıktırlar. Ve siz halksınız,  kendi farkında olmayan çoğunluğun yaptığı anayasaları protesto ediyorum, ben ancak ve ancak halkların anayasasına inanırım ve sizin mutlaka yaratmak zorunda olduğunuz şiarıyla yaratacağınız anayasada, belirgin bir şekilde biz de olmak istiyoruz. Zulme karşı güçlü bir anayasa yapmanız için bilimsel yöntemler ve de sanatsal duruşla, kendi içinizden başlayarak; ev-mahalle-ülke-dünyayı yaşanası yerler yapmanıza ihtiyacımız var. Zira kendi içimizde bile yaşayamıyoruz…

   
Sözcüklerimin hepsi karanlık zindanlarda tutsaktır, dilimi bilmeyenler beni deli sanıyorlar... Oysa dehalar var ya dehalar, evet onların otizm zindanlarını kırdıkları anda yaşamaya başladığını çok az insan biliyor, çok az insan otizmi tanıyor. Böylelikle beni de tanımaya başladınız, evet efendim ben bir otistiğim.

 
Zindan dedim de, Mesela Einstein Amca… O, zindanı kırdığı için bugün İzafiyet Teorisinden bahsedilebiliyor, biz engelli değiliz, yani engelli olmamalıyız, engelli bir insan da zaten olamaz, eğer bir toplumda engelli insanlar var deniliyorsa, o engel; toplumun kendisidir! Artık bize engel biçilmekten vazgeçilmeli, biz farklıyız, devletlerin herkesi anayasalarına uydurması gibi,   insanların çoğu da bizi kafalarındaki klasik insan modellerine uydurmaktan vazgeçmeli! Bir halka engel konulmaya görsün, o halk inanırsa ayaklanabiliyor, ama biz güya kendisine sağlam diyen insan türünün bilinçsizliğinden ve de sevgisizliğinden dolayı; perişanız ve ayaklanamayacak kadar  da karanlıktayız. Yarınımızda, evet efendim yarınımızda, sosyal işkencelerden yapılmış kolye niyetine dar ağaçlarının ilmikleri varken, tekrar ediyorum, karanlıktayız, toplumla uyum içinde yaşayamadığımız için de her geçen gün artan yanlış iktidarların kalabalıklığıyla; evde, sokakta, okulda… daha dip karanlıklara çekiliyoruz.


 
Geçenlerde, geçenler derken 21 Şubat anlayacağınız, evet, yaşamaya çalışan, yaşamasını istediğiniz ana diller için Unesco gibi bilimsel çalışmalara dayanarak, halklar olarak haklı bir beraberlik gerçekleştirdiniz. Halk tanımını yukarda da yapmıştım ya; zaten halkların haksız bir beraberliği söz konusu dahi olamaz. Ben yoktum, yarım yamalak tercümanım oradaydı, onun yarım yamalak gözlerinden hepinizi gördüm; çok güzel bir zaman doğurdunuz. Gürcüsü, Lazı, Ermenisi, Hemşini, Boşnakı, Pomakı, Arabı… Halkların dili halkların bedenidir ya, halklar bedenlerine sahip çıkıyorlardı; tekleşmeden de bir arada yaşanabileceğini, Cumartesi Annelerinin toplandığı Galatasaray Meydanından bağırıyorlardı. Berfo Ana da oradan az seslenmemişti, oğlumun kemiklerini bulmadan ölmek istemiyorum, demişti, 12 Eylül 1980 karanlığının baş maşası Kenan Evren yaklaşık 30 yıl sonra güya yargılandığı mahkemeye yaşının verdiği sağlık problemlerini öne sürüp de gelmezken, 105 yaşındaki Berfo Ana’ya hiç tereddütsüz ceza evini gösterebilecek bir anayasanın seyir defterliğini yaptığı bir ülkede yaşıyoruz… Batsın bu dünya, batsın bu düzen; düzen değişmeli, düzen… Berfo Ana geçenlerde hayatını kaybetti, Ardahan’ın değil de, Berfo Ananın yakınlarının da tarif ettiği gibi; şirin bir inatla Kars’ın diyeceğim, evet rahat uyu Karsın Göle’sinde Berfo Ana… Sokaklara bakıldıkça, oğlunun kemiklerini de bulacağını, sonsuzlaşacağını da görüyorum, çünkü sokaklarda halklar var, halklar sokaklarda da varlar… Sen gülüşlerde, masum hüzünlerde; çocuğun olduğu her şeyde yaşayacaksın Berfo Ana, bizlere yarınlardan masallar okuyacaksın… Ve sen Kenan Evren, nerede genç bedenin, hani nerede saltanatın senin, sen ki dünün büyük bir Dehak’ıydın, saltanat Dehak’ları güya seni yargılıyorlar mı, sağlık sorunları mı yaşıyorsun, midende asit mi oluyor, şekerli içeceklerden ve de yağlı yiyeceklerden uzak mı duruyorsun; ölmemek için mi? Sen ölümlüsün, geç bu ayakları Kenan Evren… Ölümsüz olmasına rağmen yaşamayan birini düşün, o şekil hatırlanacaksın!


 
O gün orada bulunan amcalarım ve teyzelerim; çok sağ olun, bir çocuk olarak size ‘aferin’ demem abes kaçsa da ‘aferin size!’ Her biriniz, Berfo Ananın mezarına ekilmiş abı hayat suyundan birer çiçektiniz. Berfo Ananın bastığı sosyetik zeminlerde, şaşkın turist bakışları ve de alakasız yurttaş şapırtıları arasında, bir çiçek bahçesi gibi yayılmıştınız.


 
Adım Rohat, Mayıs’ın 9’unda 3 yaşımı dolduracağım, otistik olduğum daha yeni anlaşıldı, öncesinde 15 dakikalık baştan savma resmi bir rapor sonrasında, orta düzeyde zihinsel engelli denilip kullanılamazlar köşesine fırlatılmıştım, pekala orta düzeyde zihinsel aktivite gerilik de yaşıyor olabilirdim, ama şurada iki sorun var:
 
1- Biz ülke olarak, birçok şeyde ve de birçok yerde yanlış tespitler iktidarıyız!                    
 
2- Ben, ne de olursam olayım, asla ve de asla kimse beni kullanılamazlar köşesine fırlatamaz! En az diğer herkes kadar doğanın bir parçasıyım, uygun şartlarda hakkım olan yaşamı yaşamak istiyorum! O Kadar!..


 
Tekrardan gelelim Berfo Ana’nın ayaklarının değdiği Galatasaray Meydanına… Halkları temsilen birileriniz oradaydınız işte. Ama ben ve diğer ifadesizler, biz de orada olabilmek istemez miydik… Kendilerini ifade edemeyenler yoktular; bir Laz, ya da bir kadın, ya da bir Süryani kendisini öyle ya da böyle ifade edebiliyor; benim ise buz gibi uzun mu uzun ayazlarda bir dilim var. Sevgili potansiyel dostlarım; gözleri mim yemiş ruhum bedenimi arıyor, ne olursunuz otizm kapınızı çalmadan sevmek öğrenilsin de, elimizden tutulup ruhumuz bedenimize toplansın, toplansın ki gözlerimizdeki mim kalksın. Canımız çok acıyor… Gözümüz karanlıkta ve biz, Berfo Ananın yavrusuna yaptığı analığı, bu kokuşmuş düzenleri yıkıp yerine bizleri de temsil edebilecek dönüşümlerle, sizden bekliyoruz… Otizmle daha da ayazlara çekilen Kürtçem üşüyor!
 


Sizlerden Yaşanılası Yarınlar İstiyoruz…
 


Kürtler mesela, Kürt Dili özellikle de yüz yıldır zindanlarda yatıyor, en azından artık dillerinin nerede yattığını biliyor Kürt Halkı. Celadet Bedîrxan, Şam’da Hawar derken… Memed Uzun, İsveç’te Hawara Dîcle, diye haykırıyordu… Seydayê Cegerxwîn ‘Kîne em?’ dedi; Musa Anter, hadi ‘Birîna Reş’ e, tiyatro yapalım, diye seslendi… Îhsan Nurî Paşa, Ağrı’da ayaklandı; Memduh Selim Beg, Çerkez Ceylanını bırakıp da isyana iştirak etti. Evdalê Zeynike, Gulê’siyle Sîpanê Xelatê civarlarında kavalını çalarken; Mazlum Doğan, Diyarbakır zindanlarında kendisini yaktı! Kürt Halkıyla çok uğraşılmıştır. Aynı zihniyet; Bulgaristan’daki Türk Halkıyla da, Nazi Almanya’sındaki Yahudilerle de, İsrail’in vurduğu Filistinle de çok uğraşmıştır.
 


Bir çocuk, bir Kürt, bir otistik olarak bu kadar dile gelmem yadırganırsa da yadırgansın, gam değil… Bütün yazıcılar  not düşsünler: ‘Filistin’in şimdiki Hali, 1492 ve sonrasındaki,  Kızılderili Halkının Kaderindendir!’
 


Ve bizler; ne dilimizi, ne de zindanımızı tanıyamayacak kadar karanlıktayız; otizmin dili…
Şükredilsin ki Kürt Halkı, zulümleri güneşle karşılayabiliyorlar, zulme karşı haykırabiliyorlar. Bize uğrayan zulüm de kasvetli bir zulümdür ey kardeşlerim ve biz zulmü göremeyecek kadar güneşsiziz. Bakın size, kardeşlerim, diyorum; kardeşiz çünkü, kardeş olmak için bir emek harcamak da gerekmiyor hani, kanlarımız zamanın bir yerinde birbirine bağlanıyor işte… Oysa size dostlarım demek istiyorum, dostluk hak edilen bir şeydir, dostluk emekle var edilen bir yüceltidir, sizlere dostlarım demek istiyorum, bize yardım edin, size çok uzaklardan sesleniyorum, bize yardım edin, karanlığımızın kırıldığı yerde ve sonrasında; artık dostumsunuz, dostumuzsunuz! Sevgili Potansiyel Dostlarım, Sesimizi Duyarsa Sizler Duyarsınız…
 


Bize kardeşlikten de fazlasını yapmalısınız; bu işten hem biz, hem de siz karlı çıkacaksınız. Pazarlık yaptığımı düşüneceksiniz şimdi, var sayalım ki evet, evet iyi niyetli bir alış verişten bahsediyorum; bize yardım etmeniz karşılığında; kör ideolojilerle, saçma öğretilerle baş edebilmeniz için önünüze Nirvana kadar İzafiyet dizelim. Bunu yapabileceğimizi biliyorsunuz; Picasso’nun çizgileriyle dün başardık, yarın da başarırız!
 


Bize hiç olmazsa kendiniz için yardım etmelisiniz, yarının güzelliği akıllı eylemlerinizin çizgileri olacaktır, otistik bir bireyin her ne kadar birçok şeye ilgisi ve yeteneği olmasa da, bir dalda tavan yapabileceğini unutmayın… 
 


Biliyorum, çok geç bir takvim olmuş diyeceksiniz, ama 1,5 aydır yürüyebiliyorum; tabi artık her uzvu bir yerde olan ifadesiz ben’in yürüyüşü, o bahsettiğim güya sağlam insanların kötülük dolu sözlüklerinde artık ne kadar yürümekse… Hesabı, inanan ve de seven insanlara bırakıyorum.
     


Daha 1 aylıkken ben, 24 saat içinde üç tane havale geçirdim.


Her ne kadar şu an kendisini ‘Cilalı Bey Oğullarının ardında saklayan’ İstanbul’da yaşasam bile, bir gün içinde üç kez vurulduğumda; kocası batı inşaatlarında ekmek arayan, lisan bilmez-harf tanımaz bir annenin kucağındaydım.

Annemle Muş’un bir dağ köyünde…

Köyümüz yangınlar içindeki bir dağdaydı.

Muş Dağ Savaşlarında;  asker abinin şaşkınlığında da, militan kardeşimin asiliğinde de ben vardım; en az onlar kadar  canına, ruhuna kast yemişlerdenim. Ben ülkemim, ben dünya içindeki küçük dünyayım… Büyük şair Ahmed Arîf, Ahmed Abi, sen daha öncesinde de demişsin ya, senin tekrarına özgün düşerek haddimi bilerek sesleniyorum: ‘Anadolu’da Ana Kuzusuyum Ben, Ben ki Ayazın Bir Yerinde Kaç Zulüm Geçirdim de Hala Ayaktayım,  Ne kadar Tanınıyorum Ben!’
 

Anama lisan bilmez dedim ya, ah bir dile gelsem de size Kürtçe gibi bir dilin sahibi insanların yıllarca çektiklerini bilimsel sağlamlıkta ve de sıkılmayasınız diye de sanatsal bir duruşla anlatabilsem, o kadar yasal bindirme yapılmış ki bu halka, artık yasal dili bilmedikleri zaman, lisan bilmediklerine inandırılmışlar.
 

Bölgemde şu Türkçe bilmeyen ve de kendilerinin farkında olmayan Kürt’lerin kullandığı şu cümle, bir asırdır bütün Kürt köylerini bir hayalet gibi dolaştı, belki de sürüne sürüne de olsa hala dolaşıyordur; evet bu cümle, her Kürdün ömrünü kesen tek birlerden bir bıçaktır.  ‘Ez ziman nizanim…’ O kadar aşağılanmadan sonra, devletin bir kadın ya da erkek olmadığını daha yenice bilen annem, o zamanlar Kürtçe’yi bir dil olarak görmüyordu; Türkçe’yi bilmediği için de kendisini lisansız kabul ediyordu. Felek gözün kör ola…

Evet; ben, hem otistik…
                              Ben, hem Kürt…
                                           hem de henüz pek küçük bir çocuğum.
      

Muş’un bir köyünde doğmuşum işte, birçok sosyolojik problemden dolayı doktora çok ama çok sonradan götürülmüşüm. Hatta anamın yaralı dilinden anladığım geçmiş kadarıyla, doktora götürüldüğümde, çok geç kalınıldığı için doktor bey çok kızmış lisan bilmez anama. Anama, doktor sana ne dedi, diye sorsaydınız, ez ziman nizanim derdi, doktorun hareketlerinden anlamış olacak ki; doktor çok kızmıştı der de kızarken ki sözcüklerini bilmezdi. Çok şükür ki anam bugün kendisiyle tanıştı, zimanê gelekî laşê wî gelê ye, diyor, annem kendisi olduktan sonra halklaştı, bedenine sahip çıkıyor! Ez ziman nizanim, demiyor da, Ez zimanê Tirkî nizanim, diyor.
 


Bir halkın dili bombalanacağına; o halk hastanelerle, sanat merkezleriyle, bilim laboratuarlarıyla vs. sevilmiş olsaydı şayet; belki de bir gün içinde üç kez havale geçirmezdim, şuan karşınıza isyan içinde; Otistik Bir Kürt Çocuğu Olarak Çıkmazdım, belki de…
                                                                                   


Dağlarda soyu bombalanarak bitirilen çiçekler, soyuna kurşun kast etmiş hayvanlar adına konuşuyorum, Otistik bir Kürt Çocuğum, kör olası savaşın çocuğuyum ben, Çernobil’deki çocuğun sakat doğması gibi, ben de bir ihtimal bu savaşın sebep olduğu bir otistiğim!  Sebebi tam olarak anlaşılmamış olan otizm, her ne kadar çoğul düşünceyle kaynak olarak genetiğe dayandırılsa da; doğumdan sonraki kimi hastalıkların da beyin fonksiyonlarının bir arada çalışamamasına sebep olduğu da söyleniyor. Doğa Halklarına karşı başlatılan savaşlar bitsin! Şayet sistemler savaşları bitirmezlerse, savaşlar silsilesine son vermezlerse; asıl savaşı o zaman yaşayacaklar:  Doğanın insanla savaşı!
 

Mayıs’ın 9’unda 3 yaşımı dolduracağım. Adım Rohat…  Newroz’a az kaldı, doğa doğum gününü kutlayacak, Demirci Kawa’nın, sadece o dönemin belirgin bir Zalim Dehak’ını geberttiği zamanın miladına az kaldı, doğa yeni yaşını taze ürünler vererek insanlara kutlatacak ve ben ne yesem gırtlağımda hıçkırıklar büyütüyorum. Ve Dehak’lar her çağda kalabalıklar...
 


Ben; hem Kürt, hem çocuk, hem de otistik biriyim; yani anlayacağınız Rohat’ım ben, Rohat! Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum, zaman denizinde beden kayıklarıyla ilerledikçe biz insanlar, her şeye bağırırken; evet hala dinlenilmek çok güzel… Anamın etsiz de olsa yaptığı Keledoş gibi…  21 Şubat Dünya Anadil Gününü kutladık; Newroz ve Emekçi Kadınlar Günü ve daha nice bahar olayı var karşımızda, hepsi de kutlanılmak istiyor; bütün günlerimiz kutlu olsun. Nice kutlanılası yarınlar yaşayalım…
 


Otistiklerin tercümanlara gerek duymadan sizlerle daha fazla yaşayabileceği yarınlar dileğiyle, hoşçakalın!  Ben sizi unutsam da siz beni unutmayın…)