Ve delikanlı aldı kalemi eline, evinin rutubetli duvarından uzak bir köşeye çekildi, gözlerini kapayıp dünyaya göz gezdirdi. Birazdan yazmaya başlayacaktı, birçok insanın onu anlayamayacağını, karmaşık bulacağını biliyordu, ama umurunda bile değildi, zira insanlardan ziyade çıldırmamak için yazıyordu, çıldırmamak için yazmaya mecburdu.
Zaman denilen var mı yok bilinmezin şehir adını verdikleri bir mekanında yaşıyordu...
Bu mekan; İstanbul.. Boyutun zamanı; 21. Yüzyıl’dı. Sınıf yönetiminden anlamayan öğretmenlerden tutun da, kötü ebeveynlere kadar, oradan tutun da hükümet başkanlarına kadar; oradan da film yapan yönetmenlere, muhtarlara, belediye başkanlarına kadar, hatta ve hatta ergenlik çağlarını yaşayan karşı sokağındaki çocuk futbol takımının kaptanı Miço’ya kadar; dünya vasıfsız yöneticilerin elinden ahu zardaydı ve bizim delikanlının büyük mü büyük babasının çağdaşı Platon dedenin kemikleri sız da ha sız; sızlıyordu…
Bu mekan; İstanbul.. Boyutun zamanı; 21. Yüzyıl’dı. Sınıf yönetiminden anlamayan öğretmenlerden tutun da, kötü ebeveynlere kadar, oradan tutun da hükümet başkanlarına kadar; oradan da film yapan yönetmenlere, muhtarlara, belediye başkanlarına kadar, hatta ve hatta ergenlik çağlarını yaşayan karşı sokağındaki çocuk futbol takımının kaptanı Miço’ya kadar; dünya vasıfsız yöneticilerin elinden ahu zardaydı ve bizim delikanlının büyük mü büyük babasının çağdaşı Platon dedenin kemikleri sız da ha sız; sızlıyordu…
‘Sanattan bahseden nüfus, dünya nüfusunun yanında azınlık duruyor. Ve bu azınlık nüfusun da çoğuyla, evet bu çoğunlukla da sanat yapılmıyor işte…’ Bir tırnak içi açtıktan sonra bizim delikanlı, yazmaya devam etti...
‘Yönü belli olmayan… yol almışların ışığıyla parlayan; koyunları sürer gibi kendilerini öne vuran… takıntıları; taze peynirlerin içine düşmüş sinek kurtları gibi kendilerini kemiren…’
Evet, tarif edildiği gibilerle ve de daha kötüsü, onların kontrolünde yol almak, aslında kendi yolunu alamamaktır. Hayatın her alanında olduğu gibi, izafi olarak değerlendirdiğim ve en önemli iki şeyden biri olarak gördüğüm, bilimin kız kardeşi olarak seslendiğim sanatta da durum budur.
Sanat herkesle yapılmazken, yönetmen olmak için daha özel bir yeterlilik gerekir, yetersiz ve de ahmak kişilerin yönetiminde yapılan en iyi sinema filmi; en başarılı(!) estetik aldatmadan başka bir şey olamaz. Unutmayın ki halkın koyunluğuyla cepleri dolan, yüzleri gülen ve de başarılı olduklarını sananlar, aynen de o koyunların açtığı kuyularda kendilerini kaybeden yok olmuşlardan olacaklardır.
Yönetmen, yönetici ailesinin sinemadaki temsilcisidir
Yöneticilerinin ezici bir çoğunluğunun kendilerini kaybetmiş yok olmuşlardan oluşan bir ülkede yaşıyorum. Halkının çoğunu koyunlara benzetirsem, evet o zaman da bu benzetmemle geviş getiren değerli yaratıkların da yaşadığı ve şuan onlara da hakaret ettiğimi düşündüğüm dünyanın bir yerinde yaşıyorum işte… Geviş getiren hayvanlardan özür diledikten sonra devam edebilirim... Dünyanın birçok yerine benzeyen bir yer işte, herhangi bir yer, ismi pek de mühim olmayan bir yer… Ha Kongo Cumhuriyeti, ha Filistin, ha da YZĞ Cumhuriyeti; vatanımı araştırmayın, bulamazsınız, bulsanız da işinize yaramaz, çünkü henüz ben bile orada yaşayamadım…
Kontrolünden sıyrılmanız gerekenleri yeterince seviyorsanız; acımaya devam edin, ya da acınmaları gerektiğine inanıyorsanız; sevmeye çalışın! Zira bilin ki onlar kendilerinin farkında olmayan ve sevgi hariç, başka hiçbir şekilde kendilerine dikkat kesmeyecek gerçek hastalıklı kişilerdir… Ama onların egemenliğine düşüp de sanatçılık afyonu alırsanız, işte bu fenadır, bu afyon gıdım gıdım bitimdir… Onların denetiminde sanat yapmak da, vatandaş olmak da esrar çekmekten farksızdır! ‘Qirqirq di Ezîdiyan de heram e.’
Êzîdîlerdeki kenevir gibi, afyonun her türlüsü haramdır… Bazı bazı Êzîdî olmak lazım, köle ağalar ve de tutsak beyler... Êzîdî olmak… Bazı… Lazımdır…
O sevgiyi korumak için onlara yeterince uzak durun ki acımaya devam edebilesiniz. Ya da şöyle diyeyim: ‘Acırken usta bir yerci olun ki çoğalmasını umduğum sevginiz bitmesin. Onlarla olan ilişkilerinizin dozunu iyi ayarlayın, unutmayın ki aşağı dozda mesafe feodalizm, yüksek dozda mesafe ise kapitalizmden; sevgili hastanızın iyi olmasını öldürür...’
Siz 'olmalı' neredeyse, zaman ve mekan olarak neyi gerektiriyorsa ‘olmalı’, orada olun ve yolunuzu almaya devam edin…
Başkalarına, kendileri gibi kupkuru rakipleri olan başkalarına, bir şeyleri beğendirme kaygısıyla yapılanlar, mutluluk ve huzur bulmaktan ziyade, kişileri kurutur. Aranacaksa beğeni; gecekondularda, heybetli yayla çadırlarında aranır… Beğeni; gecekondu yürekli, çadır yürekli mütevazi insanlarda aranır…
Genelden özele, özelden de genele konuşa konuşa gelelim şu meseleye. Efendim, tilkinin kürkçü dükkanı gibi ben de bir dünya dolanıp meseleyi yine sinema dolaylarına çekeceğim.
Birçok sanat ehli(!), yani bu bahsettiklerimiz, diğer sanat ehlileriyle(!) yapay ilişkiler içine girip birbirlerine üstünlük tasladıkları eserler(!) oluşturmaya çalışarak, körler körleri ağırlar davetleri düzenlemektedir. Birbirlerine sunumlar hazırlamaktadırlar... Bu burnu kalkıklar, yitip giden atalarının hiçe giden yolundadırlar. Tarih boyunca ‘sanatvarî çalışmalar yapıyoruz’ diye birçok ses çıktı, ya da çağımızdan örnek verelim: ‘Gün geçmiyor ki yeni bir dergi çıkmasın, ya da bir müzik grubu oluşmasın, ya da başka bir ekip, ya da benzer çıkışlar...’
Kürtçe’de bir kelime vardır ‘Hesûdî’ diye. Hesûdî hisli bu çıkışlar, birbirleriyle sidik yarışına girip saha kenarında ölümlerini ölüyorlar. Birbirlerini zerre kadar huzurlu bulmamalarına rağmen, Nietzsche’nin de tabiriyle aspirin niyetine birbirlerini ağırlamaktadırlar. Bu gürültüden başka yaptıkları bir halt da yoktur.
İnsan kurudukça;
anlık dünyanın en çok izlenen oyuncusu,
okunan yazarı,
dinlenen şairi bile olsa; herkesi kandırabilecek kadar usta bir yalancı da olsa bu insan; kendisi tarafından onay görmez… Çünkü böyle biri kendisin yalancı olduğunu bilecek kadar ustadır. Böyle biri, kendi içinde hakikatinden bereketli bir yalnızlık yaşayacağına, sırra giden yolunda yol al(a)mamakla, intihar yalnızlığına düşerek çatışmalar yaşar. Kişinin çatışmalar yaşaması; eylemleriyle fikrilerinin birbiriyle samimiyetsiz durmasından kaynaklanır. Birinin sürekli diğer birini kamufle etmesi, dıştakini de içtekini de yıpratır.
Birçok sol sanat oluşumu(!) için bu tespiti yapmakta hiçbir eksiklik bulmuyorum. Zira çelik gibi dayanaklarım var.
Birçok sol sanat oluşumu(!) için bu tespiti yapmakta hiçbir eksiklik bulmuyorum. Zira çelik gibi dayanaklarım var.
Ne alakadır diyebilirsiniz; birisi sol ağızlı, öteki paparazzi ağızlı diyeceksiniz; ama magazin materyalleri ile sol kıyafetli sanat ehlileri arasında görece bir farklılık olsa da, aldıkları yol; aynı karanlıktır!
Diziler mesela; önce magazin materyallerinin yaptıklarından dem vurayım, bugün sürülerce insan bunları gerçeklerinden anlık da olsa kaçmak için izliyor. Diziciler yaptıkları saçmalıklarla; insanlara ve kendilerine kötülük etmekten başka ne yapıyorlar? Ya da solcuyuz, hak-hukukçuyuz diyen sanatçılara(!) bakın… Bütün her şeyi bırakmış, göbek ve kasıklarında bol ajite kompleksler büyütmekle meşguller. Bu iki grubun bünyesinde bir çalışma ortaya çıkabiliyorsa, o çalışma için olumlu düşünemem! Bir çalışmaya eser demem için, doğru topraktan yükselmesi lazımdır. Temelini esrardan, kompleksten almak; bir bataklığın kalkıp da bin bir kaynağım var, deyip suyundan bahsetmesi gibi bir şeydir.
Bir Chaplin mesela, Charli Chaplin, çağında afyona, bir nevi ticarete kapılsaydı, çağının yetenekli bir saçmalık işçisi olsaydı, belki o zamanlar birçok malı mülkü olurdu, ama o; çarka alet olmadı. O zamanlar çok sıkıntılar çekti, az izlendi, çok hırpalandı, ama o, kokuşmuş asalaklar gibi debeleneceğine, kendini yaratıp geleceğe hediye etti! Belki başarılı olup iki metrelik bir film bile çekemeden ölebilirdi, ya da tek bir kelamı torunlarına bile ulaşmayabilirdi; ancak o zaman da yine başarılı olmuş olacaktı o, zira kendi yolunu yürüyen insan başarmıştır.
Doğa ilişkilerinin bir ‘pazara’ dönüştürülmesi, daha da santranca benzeyecek bir dünya yaratmaya benzer. Çoğunluğun şuan yaptığı:
1-Kendini gerçekleştirmek yerine, öne çıkma hırsından arta kalanlarla…
2-Samimiyetten uzak rolcü bir hayatla…
3-Menfaatin tüm gıdalara toprak olduğu bir dünya (…) yaratmaya çalışmaktır.
Oysa; o şekil kahraman olmak isteyen benden, bana kahramanlık taslayanlardan kurtulmaya çalışıyorum. Daha tehlike içindeki bir dünyada yaşamaktansa, üstümdeki elbiselerden bile kurtulabileceğim bir güne yürümeliyim. Halklar geri kaldıkları oranda kahraman çıkarlar. Bir yerdeki kahramanların çokluğu o yerdeki insanların yoksulluğuyla değil, yoksunluğuyla eş değerdir. Biz dışarıda kahramanlaşmak istemcimizin yerine, şayet düşünebilme ve empati kurma üzerine çalışabilmiş olsaydık, bugün dünyadaki çoğunluk; var oluş amacının peşine vermiş olanlar olacaktı. Şayet dışarıyla uğraşacağımıza, içimizi görüp kendi kahramanımız olsaydık, barış içinde masmavi bir dünyamız olurdu. Tolstoy’un da dediği gibi: ‘Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür, ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.’
Biz; oyunlarımız, yazılarımız, çekimlerimizle kendimizle çelişen nasihatler vereceğimize, ya da gerçek olmayan sunumlar yapacağımıza; şayet varoluşumuza sanatla yönelseydik, bugünkü dünya; dini, milliyeti ve cinsiyeti aşıp daha temiz bir dünya olacaktı.
Magazincileri bir yana koyalım da, efendim asıl kızdığım şu güya dünyayı daha yaşanır bir yer haline getirmenin propagandasını yapan kesim... Hani şu sol ağızlı, sanat kıyafetli bataklıklara:
Kimsiniz siz?
Kim onlar?
Kimiz hepimiz?
Doğumdan önceye, ölümden sonraya ulaşmanın bir yollarını bulmak için mi sanat yapıyoruz; yoksa bizler daha da robotlaşarak, tekrarlara düşüp mastürbasyonluk rahatlamalarımızı mı yaşıyoruz… Ve bunu yaparken de her türlü hırsızlığı, yalancılığı normal mi karşılıyoruz…
Birbirlerine kerhane gibi ruhlarını açan güya sanatçılar... Birbirinizi seviyor ayaklarını bir yana bırakın, sırrınıza ihanet etmeyin, kanalizasyonda gül kokusunu tarif etme yolunda birbirinizi de artık kullanmayın. Ne birbirinizi kullanın, ne de yolunuza ihanet edip kendinizi kullanın… İnsanlar birbirlerini çoğaltamıyorsa; neden illa birbirlerine vitrinler açarak üç boyutun sırrı olan ve çok sınırlı bir miktarda olan zamanı tüketiyorlar ki… Bu, zaten gecikilmiş olan yolculuktaki gereksiz bir zaman kaybı değil de nedir? Hümanist ağızlı, temelsiz, ajite insanları, size bağırıyorum: ‘Sizler, bayat kıyafetlerinizle birbirinizle uğraşmaktan, kurlaşmaktan başka ne yapıyorsunuz?’
Sizin yönetiminizde kendimi tüketip afyonlarınızın pembeliğinde seraplar göreceğime, acı olacak ama, her şeyin tadının acısında olduğunu bilecek kadar piştim, kendi yönetimimde, kirliliğinize karşı kör ve sağır bir şekilde, gerçeğe ilerleyeceğim. Ama sizlere de gerektiği şekilde acımaya çalışacağım.
Yunus bir odunun,
Feqiyê Teyran Anka Kuşunun,
Mecnun Leyla’nın vasıtasıyla gerçeğine yürüdü.
Anlamlaşmak için ben de yol almalıyım… Umarım bu yazım yoldaşlarıma azık olur, dizlerine derman, gözlerine fer olur! Rutubet kokulu İstanbul bedenime iyi gelmiyor, farkındayım, gereksiz zaman kayıpları da ruhuma iyi gelmiyor, rutubetli şehirde rutubetsiz yaşamaya çalışmak gibi, ben de üç boyutun sırrı olan şu zamanda yaşamak için elimden geldiğince varoluş acıları çekerek çabalıyorum.
Delikanlı kalemi kağıdın üzerine parmağındaki sızıyla bırakırken; ucuz kalemin sağ orta parmağının sol tarafının, evet oranın bayağı zorlanmış olduğunu gördü, deri; kemikle kalem arasında ince bir örtü olmuştu...
Delikanlı kalemi kağıdın üzerine parmağındaki sızıyla bırakırken; ucuz kalemin sağ orta parmağının sol tarafının, evet oranın bayağı zorlanmış olduğunu gördü, deri; kemikle kalem arasında ince bir örtü olmuştu...