Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem. Ocakta küllenmiş közüm, karnımda sözüm var;   
haldan bilene... Ahmed Arîf.
                                      Ahmed ARİF...
                                                  AHMED ARİF! 
 
 
 
Samatya'da öldürülen Ermenî Teyzem, diye elime kalem aldım, ama bütün acılar elimdeki kaleme yürüdü...
                                     
Parîs’te öldürülen üç kızım…
Deprem mazeretiyle aslında iktidar kafalı müteahhitlerin yıktığı, içindeki feryatlarla gök çatlatan ilk sevgilim, memleketim; Wan Erdîş…
Roboskî’de ordunun uçaklarla vurduğu; soyadım tutmaz ama yine  de vallahi  amca oğullarım; köylü Encüler…
 

Yapmaya mükellef sayıldığım askerlik…
    

Dağlardan akan; militanların asi, askerlerin şaşkın kanları… 
   

Êzîdî Kürtler; en çok da Müslüman Kürtlerin zulmüyle kendilerine zulüm çemberleri çizilmiş, hem Kürt hem de Êzîdîler...
Beynim; çağrışımlar cehennemi, 24 saatin tamamında durmayan ve beni öldürebilecek kadar çalışan bir doğumhanedir! Beynim; yurdumun gözleridir, yurdumu sorarsan şayet, o  ise hep ağlayan bir çocuk, bir ihtiyar, bir kadın; bir ezilen halktır!                                                                           

             
 


      


-Piştê çalakiya Roboskî, ez li tu çalakiyê, tu carî wekî vî çalakiyê xemgîn nebûm.- ^
 
       

Roboskî için yürümüştüm, Taksim’de, Erdîş depreminin sonrasında, kör olası bir noel esrar çekişinin hemen öncesinde… Dolu doluydum, ağlamamak ne mümkündü, ağlamayan da  insan mıydı sanki... Ağladım, and olsun ki Parîs’teki kızlarıma saymazsan hayatımda en çok Roboskî için ağladım. Ama bir de şu var, Parîs’teki kız çocukları için yürümemiştim, ya da herhangi bir etkinliğe katılmadım, içimden geçen öfkeli kortejlerin göz yaşlarında yıkanıp kutsanmalarını saymazsanız… Evet sokağa çıkıp da Roboskî’den, içimin titremesinden önce ve de sonrası hiç bu kadar deprem yememişti yüreğim. Yüreğim biraz daha deprem yedi… Anlayacağınız; Roboskî ve Parîs’in tam ortasındaki İstanbul’da, bir daha vuruldum.
 
       
Deprem sonrasıydı, yurdumu Elcevaz’dan Arnês'e kadar yitirmiştim, deprem olmuştu ve Erdîş yıkılmıştı. Üstelik savaş devam ediyordu, enkazlarda yakınlarımızı ararken gelen militan cenazelerini ömrüm boyunca asla unutamayacağım. Zîlan’ın uç köyleri baş anıtım olsun, unutursam şayet yüreğimi atalarımın 1930’larda kovulduğu ve şimdilerde ise Amerika’da ticaret yapmış bir iş adamına özelleştirilen Sarko’ya,-Hara’ya ^^, devlet kayıtlarında Altındere diye not düşülen kanlı ovaya gömün, üstüne de ek karakol yapsınlar. Enkaz üstü cenazelerimizi ararken biz, sabahlara kadar ayaz içmiş soğuk yemiş biz, evet o biz orada yarasında bile yaşayamazken; arka yoldan vurulmuş militan cenazeleri götürülüyordu. Yoksulluktan-yoksunluktan ağlayamıyorduk bile, ellerimizle müteahhitlerin  yaptığı binalardaki yakınlarımızı ararken, gözlerimiz ordu kafalıların çocuklarımıza vurdurduğu çocuklarımızdaydı.
 

Aslında her ikisini de, iddia ediyorum Roboskî’yi de Erdîş’i  aynı kişi vurmuştu; ordu da müteahhit de ana karargahtan yönetiliyordu.
 
      
Evet, deprem sırasında askerdim, 23 Ekim 2011, deprem oldu ve ben afet izni alıp Erdîş'e gittim, sonrasında, askere gideceğim şehir İstanbul'a yakındı ya, evet teslim olmadan hemen önce gelmez olsaydım dediğim İstanbul'a geldim. O sırada Roboskî’nin acısını sokaklarda; bir dine, bir milliyete, bir cinsel kimliğe sığınmadan iliğime kadar yaşamıştım. 1 Ocak’a kadar afet izni almıştım ya, 1 Ocak’tan itibaren 1 aylık askerliğimi tamamlamak için tekrar teslim olacaktım. Ve Şubat’ta nasıl geldim, geldikten kaç zaman sonra İstanbul’da olduğumu fark ettim, bilmiyorum, bildiğim tek bir şey var, geç bir zamandı…
     

Evet dediğim gibi askerdim; Roboskî’den birkaç gün sonra teslim olacaktım, afet izni toplam askerliğimden düşürülmüştü, yapmam gereken askerlik yaklaşık bir aydı, gidip Sakarya’da yapacaktım. Neyse, o kadar roman sığar ki iki kelime arasına, inanın ne ben burada meramımı anlatabilirim, ne de sizden birileri kahramanlık edip sonuna kadar beni dinler. Zaten kahramanları sevdiğim de söylenemez.                                                                                                                                                    
      

Ve gel günler git günler, hala İstanbul’dayım.
     

Dün bir yürüyüşe gittim,  öyle her şeye de gitmek için giden turistik kafalı aktivistler var ya, he vallahi de öyle biri değilim ve bu destek yürüyüşüne  gittim, şeye gittim hmm, hani şu İstanbul içinde olmasına rağmen sanki çok uzak bir yerin yüreği kadar şirin bir kasabaya benzeyen Samatya’ya. Yüreğim elimden tutup beni götürdü, ıslak bir kar yağıyordu, tekrarlıyorum: ‘Islak bir kar yağıyordu.’ Yüreğim 85 yaşındaki birinin uğradığı vahşi cinayetten dolayı öfke doluydu; yaşlara gençlikler kıymasın efendim! Yüreğim bir kadının daha öldürülmesine küfrediyordu, Maritsa Küçük’ün faillerini istiyordu yüreğim! Yüreğim, 16 çocuklu bir ailenin 14. Çocuğu olarak gelen ben denizin yüreği, Ermenî bir insanın Katilini istiyordu! Evet efendim, zalim için vurması zulmetmesi kolay olan üç kişi Maritsa Küçük’ün şahsında vurulmuştu:


     1.       Bir yaşlı daha vahşice öldürülmüştü.
2.       Bir kadın daha…
3.       Bir Ermenî daha!
 
 
      
Maritsa Küçük’ü vurdukları gün; yaşlıyı, kadını, Ermenî’yi bir kez daha vurdu katil zihniyetin elindeki maşalar; çoğunlukla genç adamlardan oluşan maşalar… Aslında o çoğunlukla genç olan adamlar acınacak durumdalar ya, benim yüreğim maşa tutan elleri istiyordu; o gün onları bulursa kıracaktı, bugün bulursa felç bırakacak, şayet yarın bulursa da kurutacak! Yüreğim bütün zamanlarda ferman çıkardı, eşkıya da ferman çıkarır efendim, eşkıya yüreğim tüm zamanlarda ferman çıkardı.
        

Bir evin önünden geçirdi beni yüreğim, bir arkadaş dirseğiyle beni dürtüp yanından geçtiğimiz binayı gösterdi, o binaya baktım, ikinci katından beyaz saçlı bir teyze yola ağlıyordu, teyze ağlıyordu…
       

Teyze ağlıyordu, ben ağlıyordum. Onun ağladığını herkes görüyordu, benim ağladığımı görmüşse bile onun yaşlı gözleri görmüştür, başka da ehed olsun ki kimse görmedi. Evet o binada cinayet işlenmişti, o ağlayan teyze, ölen Ermenî teyzemin komşusuydu ve o sokağa girdiğimiz anda yağan o ıslak karın tenimde bıraktığı hissi de, o ikinci kattan sokaklara ağlayan teyzemin yaşlarını da unutamam. Unutamadığımla kalkıp Cizîra Botan Mîr’inin^^^ torunu olan Celadet Bedîrxan’ın^^^^ çocukluğunun geçtiği Kadıköy’e, Êzîdê Efsanesi olan Begê’nin mitosunun tartışılacağı sunuma gittim.^^^^^  Êzîdîler; Kürtlerin Kürtleridirler. Êzîdî Begê ile Ermenî Maritsa birbirlerine ne kadar çok benziyorlardı…
 
       

Unutamam;
            Ermenî teyzemi de,
                          iktidarın yağlı müteahhitlerinin vurduğu yurdum Erdîş’i de,
                                     Roboskî’yi de,
                                               Êzîdî Begê’nin şahsında Êzîdî’leri de,
                                                         Parîs’te vurulan kızlarımı da,
                                                                   savaşı da; onu da bunu da… Hatta ve hatta şunu da…
        


Ey var mı yok mu tanrı, bir sevgilisi bile yokken yurdumun gözleri olan benin, yetmez mi yurdumun bunca çektiği!
Oyunlar bozulsun; Seni arıyorum YARIN BARIŞ... Barış; yoksa sen Şahmeranın Deliğinde misin.... Nerdesin Sen Barış?
 
                                                                                             28.01.2013  İstanbul  Bawer Nezan


 
 
^   Roboskî eyleminden sonra, hiçbir eylemde hiçbir zaman bu eylem kadar üzgün olmadım.

^^Hara-Sarko; bugünkü değiştirilmiş ismi ile Altındere Harası Koç Köprü Barajını da kapsar ve Wan’ın Erdîş ilçesinde bulunan Zîlan Vadisinin merkezidir. Atalarımın Erdîş'te ilk yerleştikleri yer olup Zîlan Katliamından sonra geri verilmemek üzere el konulmuştur.

^^^ Mîr Celadet Bedîrxan (1851-1926) Cizîra Botan Mîrliğinin Son Prensidir, Osmanlı’ya karşı ayaklanma çıkarmıştır.

^^^^ Celadet Alî Bedîrxan, Hawar Degisinin yaratıcısıdır, Kürtleri Latin Alfabesine o geçirmiştir.

^^ ^^^Yaşar BATMAN’ın Kadıköy’de Yaptığı Sözlü Tarih Söyleşisi- Êzîdî Begê Mitosu