12 EYLÜL
1980 yılı sonbaharının kokusunu hissettiğimiz günlerde Kars ile Ermenistan (Sovyetler Birliği) arasındaki demiryollarının yenilenmesi işinde çalışıyorduk. Rayların ve trevizlerin değiştirilmesi, düşük güzergâhların yükseltilmesi, sonrasında yeni malzemenin monte edilerek yolun kullanılır hale getirilmesi yaptığımız başlıca işlerin başında geliyordu. Alanda çalışan toplam işçi sayısı 450’yi aşıyordu. İşçilerin bir kısmı iş çıkışı çevredeki köylerine dönerken büyük bir çoğunluk ise Akyaka ilçesindeki tren istasyonunun yolunu tutardık. Sabah kahvaltısını ve akşam yemeğini ev olarak da kullandığınız bu vagonlarda yapar, geceyi biraz siyaset, biraz gırgır-şamata geçirdikten sonra sert rüzgârlarda hafifçe sallanan tekerlekli odalarımızda tatlı uykuya teslim olurduk. Sabah kahvaltısından sonra ise bacalarından kara duman çıkaran işçi trenlerine binerek çalışacağımız yere giderdik.
İşte yine böyle bir sabah henüz ışıyan güne merhaba demek üzere gözlerimizi açtığımızda her tarafın sarılı olduğunu hayretle gördük. Kahvaltılık bir şeyler almak için erkenden kalkan arkadaşımız vagonun sürgülü kapısını açar açmaz yakındaki asker tarafından sert bir ikazla uyarılınca refleksle kapıyı kapamış, biraz şaşkın biraz da korkmuş bir yüz ifadesiyle bizi uyandırmıştı. Birkaç saat sonra ise, yapılanın bir askeri darbe olduğunu anlamıştık. Çünkü sabah türküleri dinlemek üzere radyolarını açanlar müzik yerine Kenan Evren’in yankılanan o tiz sesiyle karşılaşmışlardı. “…Demokrasiyi yeniden tesüs etmek üçün…” Çekilen bu nutuk ve ardından okunan sıkıyönetim bildirileri durumu yeterince izah ediyordu.
Sonraki günlerde içimizden ‘elebaşı’ olarak nitelendirilen birkaç kişi götürüldü. Götürülen arkadaşlarımızdan uzun süre haber alamadık. İçlerinden kod adı ‘peygamber’ olan biri iki ay sonra salıverilince durumun vahametini kavramaya başladık. Bu arkadaşımıza su vermeksizin tam üç gün tuz yedirilmişti. Salıverilmişti ancak karaciğerleri onu ancak dört ay yaşatabilecek ve o dev cüsseli arkadaşımız yaşamının baharında toprağa düşecekti.
Tanıdığımız, bildiğimiz ve güvenilir bulduğumuz, hatta ısrarla benzemeye çalıştığımız birçok devrimci abimiz, daha sonraki aylarda peş peşe tutuklandı. Radyolar ve siyah-beyaz televizyonlar darbenin haklılığını topluma kabul ettirme amacını güden bildirilerini habire okuyup duruyorlardı. Ama biz bunlarla yetinmiyor, durumu bir de kendi çabamızla yorumlamaya ve anlamaya çalışıyorduk. O gün nasılsa içeriye düşmekten kurtulabilmiş bazı devrimciler kendi çaplarında bir durum değerlendirmesi yapabiliyorlardı hiç kuşkusuz. Ne var ki 12 Eylül’ün gerçek mahiyetini yıllar sonra ancak kavrayabilecektik. 500 bin kişiyi sorgulayan, yüzlercesini işkence odalarında ve idam sehpalarında öldüren Amerikancı cunta, solun, işçi haklarının ve demokratik özgürlüklerin üzerinden bir silindir gibi geçmişti. Ve Türkiye batı bloğuna daha bir bağımlı hale getirilmişti.
Aynı kuşaktan olduğumuz insanlar (78 kuşağı) bugün (eğer siyaset yapmayı bir yana bırakmamış iseler) o dönemin analizini hiç kuşkusuz rahatlıkla yapabilirler. Bugünden o dönemi okumak çok daha kolay. Olayın yaşandığı anda gerçekleri bir süreliğine örten sis, geçen süre içinde adamakıllı dağılmış oluyor ve her şeyi gün ışığına çıkarıyor.
Aynı durum 27 Mayıs için de söylenebilir. Bu ihtilalın en talihsiz yanı kuşkusuz Demokrat Parti liderlerinin idam edilmesidir. Her ne kadar Türkiye’yi NATO’nun kuyruğuna bağlama gibi tarihi bir suça karışmış olsalar da idam edilmemeliydiler. Eğer bu gerçekleşmemiş olsaydı ‘kadife devrim’ ya da Portekiz’de olduğu gibi ‘Karanfil Devrimi’ nitelemeleriyle anılabilirdi 27 Mayıs.
İhtilalın idamlara neden olan sert yanını bir tarafa koyacak olursak 27 Mayısın, 12 Eylül darbesiyle taban tabana zıt olduğunu görürüz. 27 Mayıs ihtilali işçi ve sendikal hakların önünü açmış, demokratik özgürlükleri alabildiğine genişletmişti. O dönem işçiler, köylüler sistemden muzdarip diğer kesimler, hatta polisler bile kendi demokratik örgütlerini kurup örgütlenebiliyorlardı. Bu bağlamda, bırakın 12 Eylül anayasasını, parlamentodan geçirilen yeni anayasa metni bile 27 Mayıs anayasasını aşamamıştır. Altmışlı yıllar Türkiye İşçi Partisinin (TİP) parlamentoya girdiği, işçilerin, köylülerin ve gençliğin ayağa kalktığı yıllar olarak tarihe geçti. (61 Anayasasının verdiği olanaklarla %5'in altında kalan partiler bile parlementoda temsil edilme hakkına sahipti) Özgürlük duygusunun güçlenmesi ve hak arama bilincinin kökleşmesi 60 coşkusunun yarattığı bir a tmosferde gerçekleşti. En önemlisi gladyo ve CİA'nın MİT içindeki yapılanmaları ilk kez Yassıada mahkemelerinde gündeme getirildi. Daha sonraki günlerde MİT içinde ciddi bir temizlik yapıldı. Demokrat Parti döneminde palazlanan gladyo 27 Mayıs müdahalesiyle önemli oranda geriletildi.
Bilindiği üzere 1923 ile 1938 arası kuruluş dönemidir. 1938 ile 1945 arası dünya savaşı korkusunun tetiklediği baskı yıllarıdır. 1945–60 arası ise NATO’ya giriş ve ABD kuyrukçuluğudur. (Ki bu dönemde hiçbir çıkarımız olmadığı halde Kore’ye asker yollanması ve Cezayir toplumunun bağımsızlığının Birleşmiş Milletlerde oylanırken (1959) aleyhte oy kullanılması gibi ihanete yakın politikalar izlenmiştir.)
Birebir olmasa da Demokrat Parti dönemiyle aynı ruhi haleti yaşayan 12 Eylül sonrası ortamda özelleştirme ve taşeronlaştırma gibi toplumumuzun ilk kez tanık olduğu uygulamalara geçildi. Özal çizgisi, Menderes çizgisinden çok farklı değildi. Bu dönemde devletçi ekonomiden uzaklaşılarak, bunun yerine modası geçmiş, başarısızlığı tescillenmiş liberal ekonomi özendirildi.
Şimdi 27 Mayıs ihtilalını eleştirenler bizi, son kullanma tarihi geçmiş bir sisteme bağlamaya çabalıyorlar. Ancak dünyanın terk ettiği bir sistemi çözüm diye yutturmaya kalkanların bu çabası sonuçsuz olacak ve Türkiye yeni ve daha halkçı bir ekonomik modele evirilmek durumunda kalacaktır. Benzer süreçlerden geçen Latin Amerika ülkeleri ve ABD-AB bu sistemi çoktan tartışmaya açmış bulunuyor. Bizim liberallerimiz ise tarihin kendi çöplüğüne göndermek üzere olduğu bir sistemi çare diye yutturmaya çalışıyorlar. Tedavülden kalkmak üzere olan bir anlayışı temcit pilavı gibi ısıtıp yeniden sahneye koymak ne hazin bir yanılsamadır!